2. Fasikül (Sayfa 17-32) Yakın Tarihimiz Milliyet Tarih ve Kültür eki



TÜRKİYE'DE İLK BAHAR TEMİZLİĞİ
SANFRANCISCO CHRONICLE-AMERİKA
Yakın Tarihimiz Milliyet 64 Mb PDF
Tamamını Google Drive'dan indirebilirsiniz, JPG olarak inceleyebilirsiniz.
https://drive.google.com/folderview?id=0BxxPvlfeR2OWVE1LS2Y5SG5iekk&usp=sharing

PORTRELER
Lev Davidoviç Troçki
Bütün görevlerinden uzaklaştırıldığı ve ülkesinden kovulduğu 1929 yılından beri, O'nun adı, Sovyetler Birliği'nde "ideolojik sapma" ile eş anlamda tutulur.
1879'da, Ukrayna'lı bir Musevî ailesinin çocuğu olarak dünyaya geldi. 1898'de ihtilâlci çalışmalarından ötürü tutuklandı ve Sibirya'ya sürüldü. 1902 yılında sürgünden kaçtığını ve Londra'da Lenin'le buluştuğunu görüyoruz. Bundan sonra, Lenin'in önderliğindeki "Bolşevikler" (*) ile kendisinin de yer aldığı Menşevikler'in (**) uzlaşmasına çalışır. 1905 şubatında Rusya'ya döner ve ilk "Sovyet"i Petrograd'da kurar.
Onun hayatı birbirini izleyen sürgünlerle doludur. 1905'i izleyen yıllarda yine Sibirya'da sürgündür ve sonra yine kaçar. Orta Avrupa'da ihtilâlci grupları örgütler. Rusya'da ihtilâlin patladığı 1917'de, o New York'tadır... Aynı yıl mayısta Rusya'ya döner ve ekim ayında "Petrograd Sovyeti'"ne başkan olur.
Yeni Sovyet rejiminin ilk dışişleri komiseri olarak, Birinci Dünya Savaşı'nın Doğu cephesini sona erdiren Brest-Litovsk andlaşmasının yapımına katılır. Usta müzarekeciliği ile bu anlaşmayı geciktirmesi önce övülecek, sonra da muhalifleri tarafından bir suçlama biçiminde kullanılacaktır.
Sovyetler Birliği'nde iç savaş başlayınca, savaş komiseri olur ve "Kızılordu"yu kurar.
Bütün bu yükseliş, Lenin'in hastalığı ve sonunda ölümü üzerine inişe geçecektir. Stalin, başta o olmak üzere, parti ve devlet mekanizmasındaki tüm yandaşlarını tasfiyeye başlar. Savunduğu "sürekli devrim" ideolojik modeli bir ihanet biçiminde sunulur.
1925 yılı gelip çattığında, Sovyet yönetiminde hiçbir sözü kalmamış gibidir. 1927'de Sovyet Komünist Partisi'nden ihraç edilir, 1929'da da ülkesinden çıkartılır. Bir süre İstanbul'da Büyükada'da oturacak, sonra da Fransa'ya yerleşecektir. "İhtilâlin Tarihi" kitabı üzerinde çalışır. Daha sonra Meksika'ya gider ve 1940 temmuzunda, Stalin'in bir ajanı tarafından balta ile doğranarak öldürülür.
Lev Davidoveç Troçki
(*) BOLŞEVİKLER
Sürgündeki Rus Sosyal Demokrat Partisi'nin aşırı kanadına Bolşevikler denilir. Bolşeviklerin ortaya çıkışı, partinin organı "Iskra" gazetesi üzerine yapılan bir oylama sırasında, 1903'teki Londra kongresinde yer alır. Lenin önderliğindeki grup "Iskra"nın yönetimini ele almak ister ve yapılan oylamada çoğunluğu kazanırlar. "Bolşevik". Rusça'da "çoğunluk" anlamına gelir. Bolşevikler I912'de, Prag'da yapılan kongrede Sosyal Demokrat Parti içinde ayrı bir "Merkez Komitesi" kurarlar. 1917 ihtilâli ile de Sovyetler'de iktidarı ele geçirirler. 
(**) MENŞEVİKLER
Rus Sosyal Demokrat Partisi'nin ılımlı kanadına Menşevikler denilirdi. 1903 yılında Londra'da yapılan kongrede bu bölünme açığa çıkmıştı. 1906'da birleşme sağlandı, fakat I9l2'de. Menşevik-Bolşevik kavgası yeniden alevlendi. Menşevik'lerin en önemli lideri, Odesa'lı bir Musevî olan Cederbaum'du... Martov takma adı ile tanınan Cederbaum'un Menşevik grubu da, sonra ikiye bölündü. I9l7'de bazı Menşevik'ler, Kerensky'nin arkasında yer almış durumdaydı.
Bir önceki portre, Şükrü Saraçoğlu'ydu
Elâ Cemil 
ATATÜRK’ün İLK BASIN TOPLANTISI
KİMLER VARDI?
(Not: Bu yazının başlangıcı için birinci fasikülün son sayfasına bakınız)
HALİDE EDİP ADIVAR
Ünlü romancı ve devrimcidir. Üsküdar Amerikan Kız Koleji'nden mezun oldu. 1968 yılından beri çeşitli gazete ve dergilerde yazıları yayımlandı. Okullarda da tarih ve pedagoji öğretmenliği yaptı. 1917 yılında evlendiği eşi, Adnan Adıvar'la Anadolu'ya geçti ve Ulusal Kurtuluş Savaşı'na katıldı. Kendisine önce onbaşı, sonra çavuş rütbesi verildi. Siyasal görüş ayrılığı nedeniyle 1928 yılında Türkiye'den ayrıldı. Döndükten sonra İstanbul üniversitesi, İngiliz Dili ve Edebi­yatı Bölümü'nde profesör olarak görev aldı. Çeşitli romanları vardır. 
ADNAN ADIVAR
Yazar, bilim ve fikir adamıdır. Tıbbiye'yi bitirdiği günlerde, Abdülhamid'e karşı çalı­şanlar arasında olduğu için hakkında soruş­turma açıldı. Eşi Halide Edip Adıvarla birlikte Anadolu'ya geçerek, Ulusal Kurtuluş Savaşı'na katıldı. 1926 yılında Türkiye'den ayrıldı ve Avrupa'ya gitti. Dönüşünde İslam Ansiklopedisi Yazı Kurulu Başkanlığı yaptı. Çeşitli gazetelerde makaleleri ve fıkraları yayımlandı. 
SUPHİ NURİ İLERİ
Gazeteci ve hukukçudur. İstanbul Hukuk Mektebi'nden sonra, Paris'te Siyasal Bilgiler Okulu'ndan mezun oldu ve Paris Hukuk ve Ekonomi Bilimleri Fakültesi'nde doktora yaptı. İstanbul'da Yüksek İktisat ve Ticaret Okulu'nda profesör oldu. İkinci İleri Gazete­si'ni kurdu.
ATATÜRK’ün İLK BASIN TOPLANTISI
(Not: Bu yazının başlangıcı için birinci fasikülün son sayfasına bakınız)
1923 yılının ocak ayı başında yurt gezisine başladığı ilk gün, Mustafa Kemal Paşa'ya İzmir'den üzücü bir haber geldi.
«Annesi Zübeyde Hanımefendi, İzmir'de vefat etmişti."
Mustafa Kemal Paşa, yurt gezisine devam etmek ya da İzmir'e, annesinin cenazesine gitmek konusunda bir süre karar veremedi. Bu duraksamasının sonunda, yurt gezisini bir süre daha devam ettirmeyi uygun buldu.
Bindiği tren, bir istasyonda durduğunda Mustafa Kemal Paşa, çevresini saran komutanlar ve halkla görüşürken, kalabalığın arkalarından bir kadının bağırmalarını duydu.
Başı siyah bir yazmayla örtülü yaşlı kadın, kendisine engel olmak iste­yenlerden kurtulup, kalabalığı yarmak ve Mustafa Kemal Paşa'nın yanına ulaşmak için çabalıyordu.
Güvenlik güçleri ise, onun bu davranışını engelliyordu.
Mustafa Kemal Paşa, yaşlı kadının çırpınmasını görünce, kendisine engel olan güvenlik mensuplarına sordu:
"Niçin bırakmıyorsunuz?" dedi. "Belki bir derdi, bir diyeceği vardır... Bı­rakınız gelsin.."
Güvenlik mensuptan geri çekildiler. Kalabalık yol açtı. Ve başı siyah yazmalı kadın, Mustafa Kemal Paşa'ya doğru ilerledi.
O'nun yanına gelince de, gözlerini gözlerine dikti, bir eliyle de, omuzuna uzandı, oğlu yaşındaki Paşa'nın omuzunu sıvazlamaya başladı.
"İşittim ki, anan ölmüş" dedi. "Başın sağ ola..."
Mustafa Kemal Paşa bir süre hareketsiz kaldı. Halkın nabzını ve belirli konulardaki görüşlerini saptamak amacıyla çıktığı yurt gezisinde, annesini kaybettiği gün, karşısında yeni bir anne buluyordu.
Mustafa Kemal Paşa'nın gözleri nemlendi:
"Evet anam öldü" dedi yavaş bir sesle ve sonra birden kendini toparladı.
"Fakat vatan ana sağ olsun" dedi.
Mustafa Kemal, ertesi günü İzmit'te İstanbul basınının temsilcileriyle buluştu. Şimdiye kadar açıklanmayan bu toplantıyı yıllar sonra MİLLİYET Gazetesi Başyazarı Mahmut Soydan, ATATÜRK'ün direktifiyle kaleme aldı. İşte Atatürk'ün Türk basın temsilcileriyle yaptığı sorulu cevaplı konuşmayı aşağıda bulacaksınız: 
Atatürk gazetecilere sordu:
«Neleri öğrenmek istiyorsunuz» 
ATATÜRK- Konuşacağımız önemli sorunlar neyse önce onları belirleyelim. Neleri öğrenmek istiyor­sunuz?
İLERİ Barışa nasıl varacağız. Seçimler ne zaman yapılacak?
İSMAİL MÜŞTAK- İstanbul'un geleceği ne olacak?
KARAOSMANOĞLU- Halk Par­tisi'nin geleceği hakkında görüşleri­niz?
İLERİ Başkent neresi olacak?
KARAOSMANOĞLU- Büyük Millet Meclisi'nde beliren görüşleri öğrenmek isteriz. Gruplar arasında anlaşmazlık olduğunu duyuyoruz. Anlaş­-



mazlığın niteliği nedir? Mecliste ilerici ve tutucu akımlar var. Bunlar birbirle­riyle çekişiyorlar. Bunların hangisi daha güçlü?
İSMAİL MÜŞTAK-Yeni anayasa yeni Türk devletinin kesin ve sürekli şeklini sağlayacak ve belirleyecek bir yasa olacak mı?
İLERİ Savaş sorumluları cezalan­dırılacak mı? Yani onları cezalandır- makla ülkede sorumluluk duygusunun egemen olacağı gösterilecek mi?
YALMAN - Nüfus, göçmen alma ve bugünkü nüfusu çoğaltma sorunları var. Savaş ve sefalet yüzünden azalan nüfusun çoğalması için ne gibi önlemler alınacak?
İLERİ Kendimize dost ülkeler arayacak mıyız yoksa tek başımıza mı ka­lacağız?
YALMAN Bir memur sorunu var. Partilere ve devlete bağlı memurlar diye bir ayıyım yapılıyor. Bir parti iktidara geldiği zaman öteki partiye bağlı me­murların işine son veriliyor. Böylece uz­manlaşmış memurlardan yararlanma o­lanağı ortadan kalkıyor. Bu konuda ön­lem alınacak mı? 
«BİRİNCİ SORUMLU ENVER PAŞADIR ONUN EMRİYLE HAREKET EDENLERİ SORUMLU TUTMAK DOĞRU DEĞİL» 
Atatürk soruları teker teker not e­diyordu. Bir ara kendisi sordu:
"İstanbul'da hilâfet ve saltanat konusu tartışılıyor mu?"
İSMAİL MÜŞTAK- İçten içe ko­nuşuluyor.
ATATÜRK- Nasıl?
İSMAİL MÜŞTAK- İstanbul'da halk memnunlar ve memnun olmayan­lar diye ikiye ayrılıyor. Saltanat ve hilafet konusu da halkın bu duygusuna bağlı İstanbulluların çoğunluğunu sağ­layan memurlar büyük bir ümitsizlik i­çinde.
YALMAN Halifenin görev ve yet­kileri belirlenecek mi? Yoksa halife sadece dinî nitelik mi taşıyacak?
İLERİ Mudanya Ateşkes Anlaş­ması yapılmasaydı ordu harekâtı sürdü­rülseydi daha iyi olmaz mıydı?
ATATÜRK- Mudanya Ateşkesi ile ordu hareketiyle elde edilecek sonuç­ları elde etmişsek, barış görüşmelerini belirsiz bir süre uzatmaya ne gerek var. Savaş sorumlularına değinmiştiniz. Ben, Osmanlı devletinin dünya savaşı­na neden girdiğinin sebebini hala bilmi­yorum. Savaş dışı kalabilir miydik? Hiç değilse savaşa daha sonra giremez miy­dik? Bunların değerlendirilmesinde yarar vardır.
Savaşa girdikten sonra yönetim bakı­mından birçok hatalar işlenmiştir. Orduların görevi ülkelerin kendi varlık­larını korumaktır. Bunu unutup yaban­cıların gayelerine alet olmak doğru değildir.
Savaşı yönetenler kendi varlığımızı unutup, başkalarının esiri olmuştur. Kendi ülkemizi savunmaya yetmeyen kuvvetlerimizi, Geliçka'ya, Makedon­ya'ya ve İran'a göndermekle hata edil­miştir. Bu hataların birinci sorumlusu Enver Paşa'dır. Enver Paşa ölmüştür.

TİME'da 2 kez
Amerikanın ünlü Time dergisi Atatürk'ün iki kez kapak yapmıştır. 23 Mart 1923'de Atatürk'ün kalpaklı ve askerî kıyafetiyle elle yapılmış portresi kapak olmuştur. Tarihe dikkat edilirse bu cumhuriyetin ilânından tam 7 ay öncedir. Atatürk ikinci kez 1926 yılında Time'ye kapak olmuştu. Ancak Atatürk'ün resmî ve karikatürleri 1920'den bu yana ABD basınında sık sık yayım­lanmıştır.

 
Onun emriyle hareket eden kumandan­ları sorumlu tatmak doğru değildir. Onlar görevlerini yapmışlardır. Politik sorumlular da ölmüşlerdir. Bu nedenle hangi sorumlulardan bahsediyorsunuz?
Öteki sorunuza geçiyorum:
Kurtuluş Savaşımızın gayesi, ulusun bağımsızlık ve egemenliğini sağlamak ve sürdürmektir. Ulusun bağımsızlığını kazanmak için gereken yol "Milli Misak" ile çizilmişti. Egemenliğimizi kazanmak için de gerekenler yeni ana­yasa ile saptanmıştır.
Ordularımızın zaferiyle Millî Misak'a ulaşmış bulunuyoruz. Şimdi temsilcile­rimiz bunun onaylanması için Lozan­'dadır. 

BAŞKENT HER YERDE AYNI OLMALI

Şimdi başkent konusuna geçiyorum:
Başkent bence, her türlü tecavüz ve saldırıya karşı güç ve heyecanını koru­yacak bir yerde olmalıdır. Bir savaş ge­misinin top atışından telaşlanacak bir yerde başkent olmaz.
Başkent, ülkenin her yerine eşit uzaklıkta olmalıdır. Ülkenin bir kena­rında başkent yaptığınız zaman, bura­dan uzak kalan bakımsız yerleri u­nutuyoruz. Anadolu bugün baştanbaşa harabedir. Kasabalar, kentler hep böyle... Neden? İstanbul'u başkent yapmışız ve kendimizi sadece onun al­benisine kaptırmışız.
İstanbul en güzel kentimiz ve en kıy­metli varlığımızdır. Tüm Anadolu, İstanbul'un işgal altında kalmasının e­lemini çekmektedir. Hâlâ işgal altında bulunan İstanbul'u ve halkını düşünü­yoruz. Fakat bu sevgimiz İstanbul'u tekrar başkent yapacağımız şeklinde anlaşılmamalıdır. İstanbul'un başkent olmaması ona olan ne sevgimizi ne de ilgimizi azaltır.
Birçok sebepler başkentin Ankara­ Kayseri-Sivas üçgeni içinde olmasını gerektiriyor. Bu üçgenin ortasında bu­lunan Ankara pekâla başkent olabilir. Zaten olaylar orayı başkent yapmıştır. İstanbul mevkiini ve şerefini koruya­caktır. Ankara'da oturacak fakat İstanbul'dan her zaman yararlanacağız. 

İSTANBUL'UN AYRICALIĞI OLMAZ

Sizler gibi aydın ve ulusu aydınlat­maya çalışan kişiler Ankara'ya hatta Van'a Erzincan'a ve Bitlis'e gitmelisi­niz. işte Ziya Gökalp Diyarbakır'da. Orada bir gazete çıkartıyor. Kısa sürede çevresinde yarattığı duyarlılık çok dikkat çekicidir.
Sizin gibi aydınlar gidecekleri yerler­de başlıbaşına bir dünya yaratabilirler.
Ülkenin bir yerinde değil. birçok yerle­rinde ilim merkezleri kurmalıyız. Baş­kent nerede olmalı? Ben böyle bir konu­nun tartışılmasını bile yersiz bulu­yorum.
İstanbul'un durumundan bahsettiniz, İstanbul başkent olmayınca kendi bü­yüklüğü oranında bir idare şekline sahip olacaktır. Fakat hiçbir zaman özel bir statüye bağlanmayacaktır. İstanbul'da hâlâ yabancı asker ve donanması var­ken bu tartışmalar doğru değildir.
  ATATÜRK Bir de nüfus sorununa değinildi. Gerçekten de nüfusumuz top­raklarımıza göre çok az. Bunun nedeni açıktır. Önceleri büyük imparatorluklar peşinde koştuk. Ülkeler ele geçirdik. Dünya'yı almak istedik. Her işgal et­tiğimiz ülkeye Anadolu halkını gönder­dik. Oralarda öldürttük. Avrupa'nın bir bölümünü, Mısır'ı, Irak'ı. Hicaz'ı ve Yemen'i savunma ve korumak için kim­bilir ne kadar Türk gencini öldürttük.
Şimdi bu durumu düzeltmek için sos­yal önlemler alacağız. Dışardan göçmen getireceğiz. Askerlik süresini kısaltaca­ğız. İnsan gücü yerine makinaya yer ve­receğiz. 

ERMENİLERE TOPRAK VERİLMEZ

İLERİ Paşam, bir de Ermenilerin yurt sorunu var. Onlara toprak veril­mezse, şuraya - buraya grup grup gele­bilecekler mi?
ATATÜRK Bunu önleyemeyiz. Bu toprakları sadece Ermeniler istemiyor­1ar. Gildaniler, Asurlar, daha bilmem kimler bu hevesteler. Eğer hepsine top­rak vermeye kalksak, bizim elimizde kalmaz. Bizden o kadar çok şey istiyor­lar ki...
Efendim, önemli sorunlardan biri de Millet Meclisi'ndeki gruplar ve akım­lar...
Hep beraber meclisin üç buçuk yıllık geçmişini inceleyelim, İstanbul'daki meclis saldırıya uğrarken, benim Anka­ra'da düşündüğüm, meclis çalışmalarını sürdürmekti. Fakat birkaç kişiden ku­rulu bir topluluğu güçsüz ve hafif bulu­yordum. Büyük bir meclis olsun isti­yordum. Ne kadar büyük olursa ulusa daha çok güven verirdi. Bu meclisin yetkilerinin de geniş olmasından yanay­dım.
Kentlerde seçim yapıldı. Bu sırada ülkenin moral durumunu da hatırlatmak gerekir. İstanbul'da koyu bir zulüm herkesi tehdit ediyordu.. Anadolu'nun hiçbir yerinde güven yoktu. Neler yapı­lacağı konusunda hiç kimsede kesin bir karar ve düşünce belirmemişti. Karışık ve karanlık bir durumdaydık.
Bazı kentler girişi iyi görmedikleri i­çin milletvekili göndermek konusunda uzun süre çekimser kaldılar. Bazı kent­lerde gönderecekleri milletvekillerinin e­ninde sonunda idam edileceğine inanı­yordu. 

İKİNCİ GRUP NASIL KURULDU

İlk dönem sakin geçti. Bakalım ne o­lacak, diyorlardı. Meclisin açılışında u­zun bir konuşmam oldu. O konuşmam­da hükümet kurulması ve hükümetin niteliği konusunda bir önerim vardı. Ö­nerimin hemen onaylanmaması için bir­iki kişi, bir-iki cümleyle inceleme istedi­ler. Fakat bu sözlere önem verilmedi. Meclis oy çoğunluğuyla önerimi onayla­dı.
Tereddüt şuydu: Bilim ve hukuk a­damları önerimi inceledikleri zaman or­taya koyduğum hükümet şeklinin bun­dan öncekilere hiç benzemediğini gör­müşlerdi. Fransız devrimindeki meclisi ele aldılar. Fransız meclisi bildiğiniz gi­bi birer ikişer belediye üyelerinin birleş­mesiyle kurulmuş, geçici bir meclisti. Sırası gelince görevini asıl meclise dev­redecekti.
Bunu bilen bilim adamları, bu mecli­sin de o nitelikte olacağını, İstanbul'da­ki meclis açılıncaya kadar görev yapa­cağı düşüncesindeydiler. Bu meclisin seçeceği hükümetin de, İstanbul'daki hükümet görev yapacağı güne kadar süreceğine inanıyorlardı.
Ben böyle düşünmüyordum. Fakat önerimde düşüncelerimi itina ile ifade etmiştim. Duygularımı o gün daha fazla açıklamış olsaydım, çoğu beni bırakıp giderdi. Öyle değil mi Adnan Bey...
ADIVAR Çok doğru efendim.
ATATÜRK Daha sonra usûl, yasa ve kurallar üzerinde duranlar oldu. Hatta bazılarının program bile ha­zırladıklarını duydum. Bunun üzerine önerimin temellerine uygun bir program hazırladım. "Halk Programı" adını taşıyan bu taslağı bir gecede bastık ve sonraki gün delegelere dağıttık. Onlar bu programla kendi programları arasın­da büyük bir fark görmüşler.
İncelediler. Sonuçta anayasa ortaya çıktı. Anayasayı tartışıp onaylatmaya çalışırken anlaşmazlık kaba şekilde gö­rüldü. Böyle bir program ve böyle bir yasa hilâfet ve saltanatı ortadan kaldırır ve cumhuriyeti getirir.
Biz de, yanılıyorsunuz diyorduk. Sal­tanat ve hilâfeti kaldırmak ve cumhuri­yeti kurmak bugünün konusu değildir.
Başka şeyler düşünenler de vardı. Tek vücut halinde bulunan meclis, beşe bölündü. Sağ-sol gibi değil. Duygusal ve kişisel sebeplerle bölünmüşlerdi. Hiçbir grupta karar alacak çoğunluk yoktu. Zaman zaman birleşiyorlar fakat çoğu zaman ayrıydılar. Bakanlar bun­dan çok güçlük çekti. İş o dereceye var­dı ki, en basit konularda bile karar alı­namıyordu. Ben bu durumu çok tehlike­li gördüm. Çare bunları birleştirme ve grup kurmaktı. Ona giriştim. Önce tek tek, sonra da topluca görüşerek "Ana­dolu ve Rumeli Müdafaî Hukuk" adıy­la bir grup kurduk. Program olarak iki amaç gösterdik: Milli Misak ve Ana­yasa...
Milli Misak konusunda bütün meclis anlaşıyordu. Anlaşmazlık anayasa üze­rindeydi Milli Misak üzerinde durarak grupta çoğunluğu sağlayabildik. Grup dışı olanlar azınlıkta kaldılar. Grup o­larak birleştirdiğimiz kişilerle, düşünce olarak birleşmiş değildik. O günün duy­gusallığı, bizi bir araya getirmişti. Daha önce mecliste başlayan bölünme şimdi grupta oluyordu. Küçük küçük hiziple­rin doğduğu seziliyordu.
Anlaşmazlık kişisel nedenlerden do­ğuyordu. Benim kişiliğimden de mem­nun olmayanlar vardı. Birçokları arka­daşlarımı istemiyorlardı. Sonuçta mem­nun olmayanlar kendi aralarında çalış­ma karan aldılar. Sayılan gittikçe arttı, ama isimleri yoktu. Aradılar, fakat kendilerine bir isim bulamadılar. So­nunda biz de Anadolu Rumeli Müdafai Hukuk Cemiyeti'ne bağlıyız. Fakat iki numaralı grubuz dediler. Bu grup za­man zaman azaldı, çoğaldı. Bunun ne­deni de şuydu:
İki grup arasında kalmış serüvenciler vardı. Bunlar kendi çıkarlarını hangi yanda bulurlarsa o tarafa geçiyorlardı. Bu gibiler, birinci gruptan her zaman u­zak kaldılar, ikinci grup ve serüvenciler bakanlara saldırdılar, orduyu eleştirdi­ler. Ordunun iç işlerine karışmak istedi­ler. Hatta, "Bu ordu ile hiçbir şey yapı­lamayacak. Bari ordunun yarısını terhis ebelim" dediler. Sonra da "Ordu için başkomutana gerek yoktur" diyorlardı.
Tüm girişimlerinde başarı kazanama­dılar, kazanamayacaklarını anladılar. Şimdi çöküntü halindeler. Yirmi üç kişi­ye indiler. Ayrılanlar da tövbekâr ol­muşlardır.
İLERİ Elliden yirmi üçe mi indi?
ATATÜRK Hayır, yetmiş dörtten... Aralarında çıkar ve duygu anlaşmazlığı var. Bugün bunlara bazı hocalar da ka­tılmıştır. Hilâfet ve saltanat birbirinden ayrıldıktan sonra bazı hocalar endişeye kapıldılar. Kendi din ve imanlarından kuşkulandılar. Acaba, "Ben Müslüman mıyım?" dediler. Böylece bocaların en cahilleri onlara katıldı. "Halife böyle ol­maz. Halifeye güç, kuvvet gerektir" de­diler. "Biz bu hükümet şekline, meclisin bu görünümüne karşı değiliz. Bugün i- çin Mustafa Kemal Paşa vardır. Fakat çekildiği veya öldüğü zaman yerine kimi getireceğiz. Biz birbirimizi çekemeyiz. Böyle bir meclis bulamayız. Sonuçta batarız. En uygun şekil başkanlıkta ha­lifenin bulunmasıdır. Halifeyi başkan yaparız. Onu bir kez seçeriz. Ondan sonra hiçbir şey düşünmeyiz" diyorlar. Son şekil budur.

HİLAFET KONUSU, GERİ KALABİLİRDİ

Hilâfet sorunu hakkında konuşalım. Velit Beyefendi, siz nasıl görüyorsunuz, nasıl düşünüyorsunuz?
VELİT Sayın Paşam, ben bu sorunu düşünmedim. Barıştan sonraya bırakıl­masından yanaydım. Şimdi her şeyin üstünde olan ülkemizi düşmandan kur­tarmak olduğu için, bütün düşünce ve uğraşımızın buna ayrılmasından yana­yım. Diyorum ki, bunlar çok düşünüle­cek konulardır. Buna iyi araştırabilmek için, zihinler diğer uğraşılardan, tasa­lardan uzak olmalıdır. Bence o dönem henüz gelmemiştir. Bunu kişisel olsun, köklü bir karar verebilmek için kesin kanaat sahibi olmak gerekir.
ATATÜRK Arkadaşlar, bir fikir ileri sürecekler mİ? İzin verirseniz yine ben devam edeyim. Çok istenirdi ki bu so­runun tartışması barıştan sonraya kal­sın. Fakat şimdi görülüyor ki bundan hararetle bahsedenler var. Özetle, bizim isteğimizi kabul etmeyenler var. Biz, "Zamanı değildir, sükûneti koruyalım, asıl uğraşacak önemli görevlerimiz var­dır" diyelim. Fakat Şükrü Efendi diyor ki, "Halife şu demektir, halifenin yetki­si şudur, görevi de budur" ve bu düşün­ceyle tüm ulusun aklına giriyor. Madem ki, olumsuz bir girişim vardır, bunu karşılamak zorundayız. Ya onların id­diası doğrudur, ya bizim yaptıklarımız.
İstediğimiz, bilim, ilim ve dinsel yönden bu ülkenin ve ulusun, yaşantısı, refahı ve saadeti bakımından doğru o­lup olmadığının incelenmesidir.
ATAY Paşam, barıştan sonra deha güç olur... En uygun dönem bu gündür.
YALMAN Durumun açık olmasından ileri gelmiyor mu? Hilâfetin tüm İslâm âlemini kapsayan bir müessese olduğu ortaya çıkar. Bir iç sorun olmak nite­liğini kaybeder. 

PEYGAMBER: 80 YIL SONRA HİLAFET YOKTUR

ATATÜRK Biz bu sorunu politik ola­rak sonuçlandırdık. Dünyada bağımsız ve yeni bir Türk devleti vardır. Devleti kuran ulusun bir Türkiye Büyük Millet Meclisi vardır. Ülkenin tek ve gerçek temsilcisi bu meclistir. Türkiye devleti­nin başkanı da vardır. Bu şekil dinsel­dir, bilimseldir, özellikle devletin bağımsızlığını en iyi koruyacak bir şe­kildir. Türkiye devleti başka bir makam tanımaz. Gerçekte de başka bir makam yoktur. Yani hilâfetin resmî durum ve niteliği yoktur.
Hilâfet tüm İslâm'ı kapsayan bir yö­netim noktası ise, tarihte bu hiçbir za­man olmamıştır. Tüm islâm âleminin halife niteliğindeki bir kişi tarafından yönetimi olmamıştır. Hazreti Ali döne­minde "Sıffin" savaşından sonra is­lâm dünyası halife adı altında, emir-ül müminin adı altında iki kişinin yöneti­minde kaldı. Bir tarafta Ali halifeyim diye hükümet etmişti. Öte tarafta da Muaviye aynı sıfatla hükümet ediyor­du. Abbasiler döneminde ise, bir tarafta Bağdat'ta, diğer taraftan Endülüs'te halifeyim diye saltanat sürenler vardı. Bugün Fas'ta ve Sudan'da halife var. Onlar da kendilerine emir-ül mümin di­yorlar. Bundan böyle tüm Müslümanla­rı hilâfet makamı altında bir noktaya bağlamanın olanağı yoktur. Şimdi Mı­sır, Hindistan, Türkiye ve Batı İslâmla­rının tümünün kendi çevrelerinin koşul­larından, geleneklerinden uzaklaştıra­rak ümmet adı altında birleşmelerine nasıl olanak tanınabilir. Bu tarihin hük­müdür. Öte yandan dinin hükümleri de ayrı değildir. Gerçekte din yönünden hi­lâfet diye bir şey yoktur. Peygamber şöyle demiştir:
" Benden 30 yıl sonra hilâfet yok­tur."
Hazreti Ömer, halife olduğu zaman kendisine "Halife-i Resulullah" demiş­ler. Kendisi de ilk hutbesinde. "Böyle bir sıfat bende yoktur. Halife denilen şey yoktur. Siz müminlersiniz, ben de sizin emirinizim."
Zaten Peygamberin ölümünden sonra halife seçmek kimsenin aklına gelme­miştir. Hilâfet adı altında ortaya çıkan örgüt emirliklerden başka bir şey değil­dir.
 

 
TROÇKİ SÜRGÜNDE: İSTANBUL'DA
Ankara, Stalin'in rahibi Troçki'yi koşullu olarak kabul etmişti...
Troçki, İstanbul'da vapurdan inerken,
«Ülkenize zorla sokuluyorum» diyordu 
LEON Davitoviç Troçki, 12 şubat 1929 salı günü Lenin'in küçük adını  taşıyan "İliç" vapuruyla Odesa'dan İstanbul'a gelmişti. Yanında ikinci karısı Natalya, oğlu Leon Sedov ve iki de (GPU) Sovyet gizli polisi vardı.
Stalin, 1928'de Lenin'in sağ kolu Troçki'yi önce bir yıl kadar Sibirya'nın Alma Ata kentinde sürgün tutmuş, son­ra da ülke dışına atmak istemişti. Ama hiçbir hükümet Troçki'yi istemiyordu.
Ankara'daki Sovyet Elçisi Çiçerin de Troçki'ye ülke arayanlardan biriydi. Türk Dışişleri Bakanı Aras'la konuş­muş ve ondan vize sağlamıştı. Ancak Türkiye'nin koşullan vardı:
 
Troçki, politik bir göçmen olacak­tı. Ona özel ve ayrıcalı işlem yapılmaya­caktı.
* Troçki, başka ülkeye gitmek ister­se, serbest olacaktı.
* Troçki, Türkiye'de komünizm uğ­raşısı göstermeyecek, fakat istediğini yazabilecek ve bunları dışarda bastırıp yayabilecekti.
* Troçki'ye Türkiye'de SSCB tara­fından hiçbir suikast düzenlenmeyecek, Türk Emniyeti her türlü güvenlik ön­lemlerini alacakta.
Moskova, bu koşulları kabul etti ve 23 ocak 1929'da Moskova'daki Türk El­çiliği'nden Troçkilere "Sedov" adıyla vi­ze verildi.
 
Troçki, Rus vatandaşlığından çekildikten sonra, Sovyet Elçiliği onu korumak için konan güvenlik önlemlerinin kaldırılmasını istedi fakat, Türkiye bu isteği kabul etmedi
 
TÜRK BASINI SUSUYORDU
İçişleri Bakanlığı, aynı günlerde hem İstanbul iline, hem de Basın - Yayın Ge­nel Müdürlüğü'ne iki uyarı mektubu yazmıştı. Valilikten, herhangi bir suikaste karşı önlem alınması, Basın - Yayın'dan da gazetelerin Troçki ile ilgi­lenmemesi isteniyordu.
O günlerde İstanbul'da Rusya'dan devrim sırasında kaçan 3-4 bin Beyaz Rus vardı. Bunlar Troçki'nin kurduğu Kızılordu'ya yenilerek ülkelerinden kaç­mışlardı. Bunlar ve dünyanın başka ül­kelerine dağılan 200 bindan fazla Beyaz Rus'un, Troçki'yi öldürmek istemesi en doğal düşünceydi.
 

3-10 yıl arasında savaş çıkacak hem de İngiltere ile Amerika arasında Troçki'nin İstanbul'da yaptığı kehanet

 
Troçki'yi getiren İliç Vapuru, öğleye doğru Büyükdere açıklarında demirli­yor, gemiye binen bir Türk görevli, ge­lenlerin pasaportlarını inceliyordu. Bu sırada Troçki'nin oğlu Leo Sedov, Türk görevliye Atatürk'e sunulmak üzere bir mektup verdi. Troçki'nin imzasını taşı­yan mektup şöyleydi:

"Sayın Başkan,
İstanbul'un kapısında size şunu bil­dirmekle onur duyuyorum: Türkiye sınırlarına kendi dileğimle gelmedim. Bu sınırlardan içeri zorla sokuluyorum.
Rusya'dan çıkarıldıktan sonra, dilini bildiğim ve tanıdığım bir ülkeye gitmeyi yeğlerdim. Fakat sürenler, sürülenlerin bu isteklerine nadiren özen gösteriyor­lar.
Ülkemden çıkarılmam sorunun sonu değildir. Olaylar kısa ya da uzun sürede gelişecektir. Ben Marks'ın okulunda ta­rihe sabırla bakmayı öğrendim.
En iyi duygularımı kabul buyurunuz, Bay Başkan.
Leon Troçki."
İliç vapuru öğleden sonra Galata yol­cu salonuna yanaştı. İstanbul Polis Mü­dürü ve Sovyet Konsolosluğu görevlileri onu karşıladılar. Troçki, Başkonsoloslu­ğa Komünist Partisi Merkez Komite­si'ne gönderilmek üzere mektup verirken, 22-23 yaşlarındaki oğlu Leo da 12 sandık eşyanın taşınmasıyla uğraşı­yordu. Troçki'nin Moskova'ya gönderilmesini istediği mektubun içeriği şöyley­di:

"Türk polisiyle işbirliği içindesiniz. İstanbul'da düzenlenecek bir komployla beni öldüreceksiniz. Bu olayların sorum­luluğunu Merkez Komitesi üyelerinin tümüne şimdiden yüklüyorum."
 
TROÇKİ, TÜRK POLİSİNİ SUÇLADI
Troçki, daha sonra Türk polisinin gü­venlik önlemleri arasında Tünel'deki Sovyet Konsolosluğu'na gitti. Burasını herhangi bir otelden daha güvenli sayı­yordu. Türk polisi ise, Ruslar'm bir şey­ler yapmasından kuşku duyduğu için Troçki'nin güvenli bir eve taşınması dü­şüncesindeydi. Hatta İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, konsoloslukta kaldığı sürece İstanbul Valisi'nin sık sık Troç­ki'yi ziyaret etmesini ve durumunu ince­lemesini istemişti.
Gelişinin ikinci günü dünya basını, büyük başlıklarla, "Troçki İstanbul'da" diye yazıyor, Türk basını ise Basın - Yayın'ın emrine uyarak susuyordu.
ALMANLAR VİZE VERMİYOR
Troçki konsolosluğun konukevine yerleşmişti. Cebinde 1500 doları vardı. Uzun bir savaşa hazırlanıyordu. Oğlu konsolosluğa yakın kitapçılardan Al­man gazeteleri almıştı. Bunlardan Al­man hükümetinin kendisine vize vereceği yazılıyordu. Hemen Alman Reichtags başkanına telgraf çekerek vize istedi. Ancak kısa bir süre sonra Ankara'deki Alman Elçisi Nadolny, kendisine hükümetinin vize veremeye­ceğini bildirecekti.
Troçki, Almanya'dan yanıt bekler­ken durmadan yazıyor, İngiliz, Fransız ve Amerikan gazetelerine durumunu an­latıyordu. Özellikle de, "Türkiye'ye zor­la sokulduğunu" öne sürüyordu.
18 şubatta İstanbul Emniyet Müdü­rü, Sovyet Konsolosluğu'nda kendisini ziyaret etmiş ve Vali Muhittin Üstün­dağ'ın mektubunu vermişti. Türkçe ve Fransızca yazılan mektupları aldığını ve okuduğunu bildirmesi isteniyordu. Troçki, Türkçe bilmediği için yalnız Fransızca yazılı mektubu okudu ve im­zaladı. Türkçe mektubu ise, almadı.
Atatürk adına kendisini yanıtlayan İstanbul Valisi Üstündağ, Türkiye'ye zorla sokulması iddiasına da değiniyor ve şöyle diyordu:
"Sayın Troçki,
SSCB eski Halk Komiseri,
Cumhurbaşkanımıza sunulmak üzere bıraktığınız mektubu ait olduğu maka­ma gönderdim.
Size aşağıdaki hususları bildirmekle görevliyim:
Sovyet hükümeti, sağlık nedeniyle ülke dışında tedaviniz gerekçesiyle Cum­huriyet Hükümeti'nden vize istemiştir. İyi ilişkiler sürdürdüğümüz dost bir devletin girişimini olumlu karşılamak, bizim yönümüzden doğaldı. Sovyetler Birliği'nden çıkış nedenlerinizi bileme­yiz. Bunları araştırmak da bizim görevi­miz değildir. Mektubunuzda belirttiği­niz."zorla sokuldum" deyimi de bizimle ilgili değildir. Buradan istediğiniz bir ül­keye gitmekte serbestsiniz. Oturma sü­renizi de uzatmak isterseniz Türkiye, ko­nukseverliğini sizden esirgemeyecektir. Bu konuda bütün yabancıların yararlan­dığı genel kuralların dışına çıkılması dü­şünülemez.
Polislerimiz, kaldığınız sürece güven­liğinizi sağlamak için gereken önlemleri almışlardır. Buna karşın, bir saldırı kuş­kusu duyarsanız, sizi korumakla görevli polislerimize bilgi vermeniz en doğru yol olur.
Bu mektubu aldığınızı ve içeriğini öğrendiğinizi bize bildirmenizi rica ede­rim.
Saygılarımla.
Muhittin Üstündağ, İstanbul Valisi." 

TROÇKİ: «BEN BİR TÜRKOFİLİM»
Ancak dış basında çıkan yazılar Moskova'yı sinirlendirmişti. Sonuçta elçiliğe, Troçki'nin bir an önce konsolos­luktan çıkartılması bildirildi. 8 mart ge­ceyarısına doğru Troçki konsolosluktan çıkarıldı ve Türk polisinin önlemleriyle Tokatlıyan Oteli'ne arka kapıdan soku­larak ikinci kattaki 66-68 ve 70 sayılı odalara yerleştirildi.
Troçki Türk basınıyla ilk konuşma­sını Milliyet yazarı Ahmet Şükrü Es­mer'le yaptı. Bu konuşmasında önce "baskı" konusunda Troçki, şöyle dedi:
"— Yanlış anlaşıldı. Türk hükümeti­nin özgürlüklerimi kısıtladığını hiçbir zaman söylemedim. Fransız gazeteleri­ne 6 bin sözcük tutan Rusça makaleler yazdım, Bu yazılar telgrafla çekilirken ve Fransızca'ya çevrilirken, büyük hatalara uğradı. Türk hükümeti bana büyük konukseverlik göstermiştir, min­nettarım. Tekrar ediyorum: Türk hükü­meti hiçbir biçimde özgürlüğümü kısıt­lamamıştır.
Türkiye'ye gelir gelmez Rus Başkon­solosluğu'na indim. Almanya'dan vize istemiştim. Buna yanıtın kısa zamanda geleceğini umuyordum. Bu nedenle otele geçmek istemedim. Sizlerle konuş­mayı bugüne kadar ertelememin nedeni de, böyle bir toplantıyı konsolosluk gibi resmî bir yerde yapmak istemeyişim­dir. Şimdi herkesle konuşuyorum.
Türkiye'den neden ayrılmak istedi­ğimi sorabilirsiniz. Türkçe bilmediğim için... Artık yaşlıyım ve yeni bir dil öğ­renemem. Yoksa, çok sevdiğim ve ko­nukseverliğine tanık olduğum ülkenizde oturmamam için hiçbir neden yoktur."
Troçki, masası üzerine iki kitap koy­muş. ve küçük, kâğıtlarla bazı yerleri işaretlemişti. Bunları göstererek konuş­masını şöyle sürdürmüştü:
"— İşte, kitaplarımdan ikisi... Tür­kiye için yazdıklarımdan bazıları bura­da. Birini 1909'da yazmıştım. Bu ve daha sonraki yazılarımda Türkleri o kadar övdüm ki, bana Türkofil dediler. O tarihlerde Rusya'da Türkler'e karşıt çok insan vardı. Türk dostluğunu daha sonra Türklerin ulusal savaşında da gösterdim. Dostum General Frunze'yi Rus ordularının temsilcisi olarak Anka­ra'ya yolladım. Türkiye'nin bağımsız­lık savaşını çok büyük ilgiyle izledim ve sonuçtan kıvanç duydum.
Bağımsızlığınızı, bu uğurdaki savaşı büyük öderinizin yönetimine borçlusu­nuz. Atatürk'ün büyüklüğü artık dün­yaca kanıtlanmış bir gerçektir, öyle bir gerçek ki, burada yinelenmesinden ben de tad duyuyorum. Türk - Sovyet ilişki­leri içtenliklidir ve böyle kalacaktır. Po­litik alandaki bu dostluğun ticaret ve ekonomiye dönüşmesini isteriz."
Troçki, o gün Rusya'nın iç durumu­nu da şöyle anlattı:
" — Beni bazıları Sovyet karşıtı zannederler. Tersine, ben Rusya'daki hükümetin dostuyum. Yalnız şiddet ve baskıyla değil hukuk yollarıyla hükü­metin iç ve dış politikasını değiştirmek istiyoruz. Biz bir parti değiliz, parti içinde azınlığız. Aramızdaki çekişme Lenin'in ölüm gününden başlıyor. Bu kişisl değil, fikir ve düşünce çatışması­dır."
Troçki'nin Tokatlıyan'daki otel ya­şamı da kısa sürdü, İngiliz - Amerikan gazetelerine yazdığı makalelerden çok para kazanmıştı. Daha güvenli ve rahat bir eve çıkabilirdi, önce Şişli Bomonti'­de İzzet Paşa'nın konağına taşındı.
Odaları bol ve genişti ama güvenlik yönünden sakıncaları vardı, Emniyet'in de uyarısıyla yeni bir yer aranmaya baş­landı.

TOKATLIYAN'DA YAŞAM VE BÜYÜKADA'DA YANGIN
Sonuçta Büyükada Nizam Caddesi'­nde Seferoğlu Yalısı bulundu. Polis, Büyükada'ya gelip gidenleri kolaylıkla denetleyebilir ve büyük bahçeli evde istediği gibi koruma önlemleri alabilir­di.
Troçki, burada tam bir çalışma yaşamına girdi. Dışardan getirttiği Troçkist sekreterlerine durmadan yazı­lar, dikte ettiriyordu. Bu yazılar Fransa ve Almanya'da "Bulletin Oppozitsii- Karşıt Bültenler" adıyla yayımlanıyor­du. Rus halkının bundan haberi olmu­yordu ama Komünist Partisi'nin önde gelenleri arasında sürekli bir tartışma konusuydu yazdıkları...
Troçki, bir de tekne almıştı. Boş zamanlarını balık tutarak değerlendiri­yordu. Seferoğlu Yalısı'nda bir gece yangın çıktı. Troçki, bunu önce suikast zannetmişti. Ancak Bayan Troçki'nin unutkanlığının yangına neden olduğu anlaşıldı. Ancak, Stalin'in yayımlanma­sını istemediği belgeler, fotoğraflar ve fotokopilerin büyük bir bölümünü kap­sayan bir koleksiyon kül olmuştu.
Troçki, Seferoğlu Yalısı'ndan nere­deyse hiç dışarı çıkmıyordu. Bir kez Ayasofya'yı gezdi. Bir kez de, 1932 yılında, Danimarka Sosyal Demokrat Öğrenciler Birliği'nin çağrılısı olarak konferans vermek için Kopenhag'a gitti. Bu gezisini, vatansızlara verilen Türk pasaportuyla yaptı. Ancak pasa­portunda, "Türk sınırları dışında başına geleceklerden Türkiye Cumhuriyeti so­rumlu değildir" kaydı vardı. Çünkü Sovyet hükümeti, Troçki'yi vatandaş­lıktan çıkartmıştı.
Bu sırada İstanbul'daki Rus Konso­losu, Vali'den Troçki'nin artık Rus vatandaşı olmadığı gerekçesiyle "göste­rilen ilginin kaldırılmasını" istemişti. Ancak İçişleri Bakanlığı bu öneriyi, reddediyor ve Türk topraklarından çıkıncaya kadar güvenlik önlemlerini kaldırmayacağını bildiriyordu.
Başbakan İnönü’nün Rusya'ya gidi­şi ve Türk - Sovyet ilişkilerindeki yeni aşamalar, Troçki'yi iyice kuşkulandır­mıştı. Stalin'in Türkiye'ye yeni baskı girişimlerinde bulunacağını ve buna Türklerin boyun eğeceğini sanıyordu. Bu yüzden Fransa'dan vize istedi. Daladier hükümeti bu kez isteği kabul etti ama, bir ay sonra O'nu sınır dışına çıkardı. Norveç'e geçti. Barınamadı. Sonunda Meksika'ya sığındı: Stalinciler tarafından amansızca izleniyordu.
Son 1940'ın 20 ağustosundaydı. O gün Stalinci bir komünist olan İspanyol asıllı Ramon Mercarden tarafından başına balta vurularak öldürüldü. 62 yaşındaydı.



BİR AÇIKLAMA
ONİKİ ADAYI NEDEN NASIL ALAMADIK? 
1946 yılında Dışişleri Bakanlığı Genel Sekreteri'ne şu talimat verilmişti: «İkinci Dünya Savaşı dışında kalmış olmaklığınız dolayısıyla savaşın ganimetlerinden pay almak hakkınız yoktur. İtalya ile yapılacak barış konferansına davet edilmek için başvuruda bulunulmayacaktır»
Feridun Cemal Ergin - Eski Dışişleri bakanı 
12 adanın Yunanistan'a verilmesi konusunu memleketimizde politikacılar ve yazarlar şu veya bu hükümeti, parti­yi, hatta şahsı sorumlu tutan, fakat gerçekle hiçbir ilgisi olmayan şekillerde anlatmaya çalışmaktadırlar. Hatta bunların arasında bir kişi bile, 12 ada­rım Yunanlılara verildiği 1946'da Paris'de İtalyan Barış Konferansı'nda İngilizler taralından güya katılmamız davetini cevapsız bırakarak adaların elimizden gitmesine, benim Dışişleri Genel Sek­reteri sıfatiyle sebep olduğumu iddia edecek kadar hayal kudretine güç ver­meyi uygun bulmuştur. Bu hususta, gerçek zamanında vuzuha kavuşacak­tır.
Oniki adayı, 1911'de Türklere Trab­lusgarp'da mağlûp olan İtalyanların, diğer büyük devletlerin de yardımı sa­yesinde ne suretle bizden zorla aldıkları bilinen bir gerçekti. Ben İkinci Dünya Savaşı'ndan itibaren olayların içinde yaşamış ve hatta rol almış bir şahit sıfa­tiyle o zamandan beri konudaki geliş­meleri tekrarlamakta yarar görmekteyim.
Stalin'in önerisi
İlk ilginç safha, 1940 yılının kasım ayında vukubulmuştur.. O tarihte, Ber­lin'de, güya Türkiye zararına imzalan­mış bir İngiltere - Rusya anlaşmasından söz eden haberler yayınlanmıştı. Londra bu haberi derhal yalanladı.
Sovyetler ise, Türk politikasının de­ğerlendirilmesinde, hatta İngiltere'den de daha sıcak bir gösteride bulundular. Tam o sıralarda Sovyetler'in Ankara Büyükelçisi Vinogradov, Dışişleri Ba­kanımız tarafından kabulünde şu sözleri söylemişti:
"Ankara'nın dürüst tutumundan çok memnun olan Sovyet hükümeti, Sta­lin'in ağzı ile" savaştan sonra Tür­kiye'ye 12 adayı ve Ruscuk'a kadar Bulgar topraklarım vermek suretiyle bu ülkeyi izlediği tarafsızlık politikasından dolayı ödüllendirmek gerektiği "hakkında Eden'e öneride bulunmuş­tur."
Bu konuda Dışişleri Bakanımız tara­fından sorulan bir soruya, ingiltere Bü­yükelçisi, Sir Knatchbull-Hugessen, Vinogradov tarafından söylenen sözle­rin aynen Stalin'in ifadelerini yansıttı­ğını belirtmiştir.
Aradan yıllar geçiyor. Savaş artık Almanlar için ters bir döneme girmiştir. 1944 yılında, Almanlar daha önce işgal etmiş oldukları oniki adayı terketme zo­runluluğunu duymuş ve hükümetimiz bu davete uyma arzusunu İngilizlere duyurunca şu cevapla karşılaşmıştır: "Hayır! Adaları işgal etmenize katiyen razı değiliz. Biz savaş içindeyiz, siz ise dışındasınız. Adalar savaş gerekleri do­layısiyle bize lazımdır. Oraları biz işgal edeceğiz."
1946 yılında Paris'te toplanan mütte­fikler, İtalya ile barış antlaşmasını mü­zakereye başlamışlardır. Dışişleri Ba­kanlığı Genel Sekreteri Feridun Cemal Erkin, hükümete müracaatla konferan­sın oniki ada kaderini de müzakere , et­mesi dolayısiyle, görüşmelere katılmak için teşebbüse geçip geçmemek husu­sunda talimat istemişti. Hükümet, cumhurbaşkanının başkanlığı altında toplanmış ve genel sekretere şu talimatı vermiştir: "İkinci Dünya Savaşı dışında kalmış olmaklığımız dolayısıyla, sava­şın ganimetlerinden pay almak hakkı­mız yoktur. Konferansa davet edilmek için müracaat yapılmayacaktır."
Bu kesin emir genel sekreterin elini ayağını bağlamış, fakat bir Türk vatan­daşı olarak vicdanının sesini sustura­mamıştır. Şurasını açıklıkla belirteyim ki, bir bakanın iddiasının tersine İngil­tere büyükelçisi tarafından bana konfe­ransa Türkiye'nin davet edildiğine, dair hiçbir teşebbüs vuku bulmamıştır.. Kal­dı ki, uluslararası bir barış konferansına davet edilme yöntemi de bu değildir.
Genel sekreter giriştiği vicdan muha­sebesinden sonra, resmî sıfatıyla yapa­madığı müracaatı, bir Türk vatandaşı­nın duyguları olarak, ilgililere iletmeye karar vermiştir. 



Amerika Büyükelçisi Edwin Wilson, İngiltere Büyükelçisi Sir David Kelly, görevleri icabı haftada iki, üç defa Fe­ridun Cemal Erkin'i ziyaret etmektedir­ler. İşte bu ziyaretler sırasında' genel sekreter, seçkin muhatapları ile resmî sorunları görüştükten sonra, kendile­rine ayrı ayrı şöyle bir hitapta bulun­muştur:
"Size şimdi genel sekreter değil, Türk vatandaşı Feridun Cemal Erkin olarak söz ediyorum. Konumu da, talimat ge­reği olarak değil, kendi kişisel arzumla açıyorum.
İtalya ile savaşmış olan müttefikler, bu ülke ile barış antlaşmasını müzakere vs imza etmek üzere Paris'te toplanmış­lardır. Biz gerçi İtalya ile savaşa karış­mamış olduğumuz için konferansa da­vet edilmedik. Ancak oniki adanın ka­deri itibariyle, konferans ve kararlarıyla çok yakından ilgiliyiz. Oniki ada, Ana­dolu toprağının uzantılarıdır. Dörtyüz yıl süre ile Türk egemenliği altında ya­şamışlardır. Binaları, camileri ve bütün görünüşleri ile Türk varlığının apaçık devamıdır. 1912 yılında İtalya bu ada­ları Türkiye'den zorla almıştır. İkinci Dünya Savaşından İtalya yenilgi ile çıktığına göre, 1912 soygun olayı da so­na ermek gerektiğinden adaların Tür­kiye'ye verilmesi gerekir. Adalar bize o derece yakındır ki bazılarından horozla­rın ötüşünü sahillerimizden işitmek bile mümkündür. Siz, Türkiye'nin Yunanis­tan ile dost geçinmesini istiyorsunuz. Biz de aynı arzu ve eğilimdeyiz. Nite­kim, son savaş esnasında kendi lokma­mızı keserek, gerek Yunanistan'a gıda yardımı göndermek, gerek işgalden ka­çan Yunanlıları kabul edip barındırmak hususunda elimizden gelen bütün yardı­mı kendilerine göstermişizdir. Bundan sonra da onlarla iyi komşu, iyi dost ola­rak geçinmek istiyoruz. Yunanlılar bunun değerini biliyorlar mı? Hayır. Sadece Yunan basınını izlememiz, bize ne derece düşman olduklarını anlama­mız için yeterlidir. Şimdi konferansta her bakımdan bize ait olan adaları göz göre göre Yunanistan'a verirseniz, Türk ulusunun bunu anlaması imkânsızdır. Diyeceksiniz ki, adaların nüfus çoğun­luğu Rum'dur. Doğru! Çünkü İtalyan­lar adaları işgal ettikleri zaman Türkle­ri, mallarını tasfiye edip ayrılmaya zor­lamış ve bu yüzden Türk ahali yüzdesi çok düşmüştür. Şimdi yine Yunan gaze­telerinde okuyoruz. Atina'da. Sela­nik'de papazların kışkırttığı halk kitle­leri, sokaklarda gösteriler yapmakta, demeçler vermekte, şiirler okumakta vs oniki adanın Yunanistan'a bağlanması­nı istemektedirler. Hatta iş bununla da kalmamakta, "Güzel, Yeşil İmroz, Aziz Bozcaada ne zaman sizleri yeniden kucağımıza alacağız?" diyerek bize ait olan adaları bile istemeye kalkışmakta­dırlar. Sizden, bir Türk olarak, bütün yurttaşlarımın da katıldıklarına emin olduğum şu ricada bulunuyorum. Bir defa, İmroz ve Bozcaada yaygarasına son verilsin. Oniki adaya gelince, bun­ların da Anadolu'ya en yakınlarını Tür­kiye'ye geri vermek, uzak olanları ise Yunanistan'a bırakmak suretiyle, hiç değilse, âdalete az çok yaklaşan bir çözüm şekline varılsın."
Amerikan büyükelçisi çok emin dos­tumuz olmakla beraber, talimatı olma­yan konularda ihtiyatlı bir sessizliğe bürünürdü. Bana hiç cevap vermedi. Konuşmamız da. bu suretle sona erdi... 

İngilizlerin cevabı
İngiliz Büyükelçisi Sir David Keliy ise, konuşmam üzerine gözle görünür bir heyecan gösterdi. Konferans ve ada­lar hakkında hiçbir ilgisi olmamakla be­raber, sözlerimi, düşüncelerimi yerinde bulmuş ve derhal özel bir mesaj hazırla­yıp konferansta bulunan Dışişleri Baka­nı Mr. Bevin'in şahsına göndereceğini vaad ederek nezdimden ayrılmıştı.
Ben de Başbakanlık'a giderek, giriş­tiğim teşebbüs hakkında Şükrü Saraç­oğlu'na bilgi vermek istedim. Saraçoğ­lu, beni dinlerken gözleri yaşla doldu ve beni kucaklayarak taltif etti: Cumhur­başkanının da, olayı duyarak, memnun olduğunu haber aldım. Aradan birkaç gün geçti. Nihayet Sir David, randevu isteyerek ziyaretime geldi ve Mr. Be­vin'e gönderdiği özel mesaja gelen ceva­bı bana okudu. Hatırımda kaldığına gö­re, cevap şu mealde idi:
"Genel sekreterin, şahsı adına söyle­diği sözleri yansıtan mesajınızı dikkatle okudum. Evvelâ genel sekreterin şu hu­susu bilmesini isterim. Oniki ada, sade­ce, nüfus çoğunluğu esasına dayanıla­rak Amerika vs Sovyetler Birliği dışiş­leri bakanları arasında verilen mutaba­kat dolayısıyle, Yunanistan'a verilmek­tedir. Ben şimdi sizden aldığım bilgiler üzerine konuyu konferansta tekrar aça­bilirim. Fakat pusuda bekleyen Molo­tov'un derhal, fırsattan faydalanarak boğazlar sorununu yeniden masa üze­rine getirmesinden endişe ederim. Sırf bu sebeple adalar sorununu tekrar aç­makta sakınca gördüm ve konuyu baş­ka bir açıdan konferansa götürmeyi ter­cih ettim. Adaların Anadolu toprağına yakınlığı, bir düşman elinde Türkiye'ye karşı saldırı için sıçrama noktası haline getirilmeleri, imkânım doğurabilir. Adaların askerlikten tamamiyle arınmaları kaydıyla Yunanistan'a verilme­sini önerdim. Teklif kabul olundu ve özel bir madde halinde antlaşmaya gir­di. İmroz ve Bozcaada konusuna gelin­ce, Yunanistan Başbakanı Çaldaris'i nezdime davet ettim. Oniki adayı almakla büyük bir kazanç elde ettikleri­ni bir daha İmroz ve Bozcaada hakkındaki yaygaralara mahal verilme­mesini kesinlikle istediğimi söyledim."
Gerçekten, yaygaralar söndü, fakat oniki ada da elimizden gitti. Aradan yıllar geçti. Ben Washington'da büyükelçi iken, yanılmıyor­sam 1952 yılında, bakanlıktan bir telg­raf aldım. 1946 yılında İtalyan Barış Antlaşması ile ilgili olarak İngiltere bü­yükelçisi ile yaptığım görüşmenin tuta­nağını dosyalarda bulamamışlar. Bu hususta hafızamı yoklayarak bakanlığı aydınlatmam rica ediliyordu.
Bu hususta bir parantez açmak gere­kiyor. Ta Saraçoğlu zamanından beri büyükelçilerle görüşmeye yetkili olan­lar, her konu hakkında bir tutanak ha­zırlayıp bir nüshasını kendi kasalarında saklarlar, birer nüshasını da cumhur­başkanına, başbakana, bakana verirler­di. Bu tutanakların ileride harp tarihi­nin yazılarında değeri biçilmez kıymeti vardı. Dosyalarda bulunması gereken belge nasıl olur da bulunamazdı. Bu da ayrı bir mesele!
Ben istenilen bilgileri verdim. Sonra­dan da şu hazin gerçeği öğrendim. NATO Bakan Yardımcıları Konseyi'nde Yunan delegesi, her zamanki gibi, "sureti haktan görünerek" turizm ih­tiyaçları dolayısıyla Leros Adası'nda bir havaalanı kurmak istediklerini söyle­miş. Delegemizin düşüncesi soruldu­ğunda, barış antlaşmasının askerlikten arınma hükmünden gafil bir eda ile, sa­kınca görmediği cevabını vermiş. Leros Adası, İtalyanların elinde öteden beri askerî kuruluşlarla bezenmiş bir alandı. Adaların Yunanlılar tarafından askerî­leştirilmesinin başlangıcı işte bu gaf­lettir. İş bununla da bitmemiştir. 
Çiğnenen anlaşma
Şimdiye kadar yapılan izahlardan, İtalyan Banş Antlaşması'nda oniki adayı Yunanistan'a bağışlayan hük­mün; bu adaların silahlanması şartına bağlı olduğu açıkça görülüyor. Yuna­nistan'ın bu şarta riayet etmediğine ve ihlâl keyfiyetini açıkça kabullendiğine göre imzası ile teyid ettiği bir taahhüdü çiğnemesinin müeyyidesi yok mudur? Biz, bu soruyu, gerek Lozan, gerek İtalyan Barış antlaşmalarında Türkiye için hayati bir güvence olarak öngörülen silahsızlanma hükmünü kendi imza ve şerefleriyle perçinleyen müttefik devlet­lere soruyor ve cevaplarını bekliyoruz.
İngilizlerin Bevin tarafından yapılan müdahale yolu ile oniki adanın kaderi safhasında ve son anda bize gösterdik­leri yardımdan dolayı, kendilerine te­şekkür borçluyuz. Ancak bu hizmetleri, Türkiye topraklarının ulusal egemen­likten koparılması konusunda İngiliz dostlarımızla görülecek oldukça kabarık hesabımızı da bize unutturmamaktadır.
1876-1878 Türk savaşının sonunda Babıâli ile İngiltere hükümeti arasında imzalanan 4 haziran 1878 tarihli anlaş­mada, "Majeste Sultanın, Asya toprak­larının geleceğini güvenlik altına almak üzere" bir savunma ittifakı akdi karar­laştı. Bu güvence, özellikle Kars ve Ar­dahan illerimizi savaş tazminatına kar­şılık olarak illerimizden koparan Rus­ya'ya karşıydı ve teklif İngiltere tara­fından gelmekte idi.
İttifaka göre, Rusya, ileride Anado­lu'nun yeni bir parçasını zapta kalkışa­cak olursa, İngiltere Türkiye'yi silahla savunmayı ve korumayı üzerine alıyor. Türkiye de, İngiltere'nin bu vaadine karşılık Kıbrıs Adası'nın işgal ve idare­sini İngiltere'ye bırakıyordu. Şu şartla ki, Rusya Kars ve Ardahan'ı Tür­kiye'ye geri verecek olursa, Kıbrıs İn­giltere tarafından boşaltılarak, Tür­kiye'ye iade edilecek ve 4 haziran 1878 anlaşması hükümden düşecekti. 1914' de İngiltere, Türkiyeye harp ilân edince, Kıbrıs'ı tek taraflı bir karar ile ilhak etti. 24 temmuz 1923 tarihli Lozan Ba­nş Antlaşması'nın 20'nci maddesi ile Türkiye'de, "Britanya hükümeti tara­fından Kıbrıs'ın 5 kasım 1814 tarihinde ilân olunan ilhakı"nı tanımış oldu.
Türkiye, sekiz yıl süren savaş esna­sında harap olmuş, imparatorluğun ya­rıdan fazlası elden çıkmış. Anadolu'nun batısı Yunanlı müstevliler tarafından yakılıp yıkılmış bir halde, Lozan'da haklarını korumak için müttefiklerle çe­tin bir savaş verirken 1914 olup bittisi­nin tarafımızdan kerhen bile kabulü, gerçi, Kıbrıs'ın İngiltere tarafından il­hakını hukuken tasdik manasına gelir. Fakat fedakârlığımızın karşılığı ne idi? Buna, eski hukuk kitaplarında "gabni fahiş" yani kaba tabiri ile, kazık denir­di. Özellikle ki, savaş sonuna doğru Kars, Ardahan, Rusya tarafından Tür­kiye'ye geri verilmiş ve Sovyetler Birli­ği, Türkiye ile iyi komşuluk temeline dayalı yakın ilişkiler kurmuş bulunu­yordu. Bu durumda İngiltere'ye Kıbrıs'ı Türkiye'ye iade etmek manevî görevi düşerdi. Aksi takdirde 1878'de Rusya'­nın Kars ve Ardahan'ı alması ne mahi­yette sayılırsa, 1914 ve 1923'de Kıb­rıs'ın kendi kararı ile ve karşılıksız ilha­kı da tamamiyle aynı mahiyeti taşıyor­du. 
... Ve sonuç
Oniki adanın, Rum çoğunluğu esası üzerinden Yunanistan'a verildiği anlaşı­lıyor. Lozan'da, ahalisinin ezici çoğun­luğu Türk olan Batı Trakya'mız, sırf Yunanistan'ın Venizelos tarafından ıs­rarla ileri sürülen askeri ve stratejik ih­tiyaçları dolayısıyla bütün çabalarımıza rağmen, Yunanistan'a bırakılmıştır. Unutmayalım ki, Türk - Yunan sava­şından Yunanistan perişanlık derecesin­de mağlup bir halde çıkmıştı. Dünya ta­rihî bu suretle galip devletin yendiği, devlete toprak ödülü vermesine tanık olmuştur. Çünkü müttefikler nazarın­da, mağlûp devlet kendilerine aziz olan Yunanistan idi. O tarihte Yunan Tarım Bakanı olan Bakkalbaşı, yazdığı kitap­ta belirttiğine göre, Batı Trakya, Yunanlılar tarafından işgal edilir edil­mez o bölgeye 60.000 Rum iskân edil­miştir. Şimdi, yani yarım yüzyıl sonra, Batı Trakya'da bıraktığımız yetim ırk­taşlarımızın perişan hali Türk ulusunca bilinen bir faciadır. Bu çapraşık yollar bilinmekte iken, 1912'de İtalya'nın bas­kısı ve zoru ile Türkiye'ye göç etmeye zorlanmış Türklerin ayrılması yüzünden adaların ırkı simasının tersine dönmüş olması keyfiyeti bile Paris'teki mütte­fikler tarafından ırkî hesabın düzenlen­mesinde itibara değer bir unsur sayıl­mamıştır. Lozan'da Venizelos'un Yuna­nistan için Garbı Trakya'da ileri sürdü­ğü askerî ve straterjik ihtiyaçlar, 12 adada, Türkiye için, daha büyük ve tehlikeli ölçüde mevcut olduğu halde hiç hesaba katılmamıştır. Askersizleştirme koşulunun ayaklar altında çiğnenmesi yüzünden Türkiye bugün güvenliği ba­kımından büsbütün üzücü bir duruma gelmiştir. 
 


ATATÜRK'ÜN KEHANET SAYILAN KOŞUMASI
Atatürk-Mac Arthur konuşmasının İngilizce metni.  

===========================================
B İ L G İ L E N M E K H E R K E S İ N H A K K I D I R
http://groups.google.com/group/merakediyorum
E-posta : merakediyorum@googlegroups.com
===========================================

Hiç yorum yok: