Tamamını Google Drive'dan indirebilirsiniz, JPG olarak inceleyebilirsiniz.
https://drive.google.com/folderview?id=0BxxPvlfeR2OWVE1LS2Y5SG5iekk&usp=sharing
https://drive.google.com/folderview?id=0BxxPvlfeR2OWVE1LS2Y5SG5iekk&usp=sharing
PORTRELER
Lev Davidoviç Troçki
Bütün görevlerinden uzaklaştırıldığı ve ülkesinden kovulduğu 1929 yılından
beri, O'nun adı, Sovyetler Birliği'nde "ideolojik sapma" ile eş
anlamda tutulur.
1879'da, Ukrayna'lı bir Musevî ailesinin çocuğu olarak dünyaya geldi.
1898'de ihtilâlci çalışmalarından ötürü tutuklandı ve Sibirya'ya sürüldü. 1902
yılında sürgünden kaçtığını ve
Londra'da Lenin'le buluştuğunu görüyoruz. Bundan sonra, Lenin'in önderliğindeki
"Bolşevikler" (*) ile kendisinin de yer aldığı Menşevikler'in (**)
uzlaşmasına çalışır. 1905 şubatında Rusya'ya döner ve ilk "Sovyet"i
Petrograd'da kurar.
Onun hayatı birbirini izleyen sürgünlerle doludur. 1905'i izleyen yıllarda
yine Sibirya'da sürgündür ve sonra yine kaçar. Orta Avrupa'da ihtilâlci grupları
örgütler. Rusya'da ihtilâlin patladığı 1917'de, o New York'tadır... Aynı yıl
mayısta Rusya'ya döner ve ekim ayında "Petrograd Sovyeti'"ne başkan
olur.
Yeni Sovyet rejiminin ilk dışişleri komiseri olarak, Birinci Dünya Savaşı'nın
Doğu cephesini sona erdiren Brest-Litovsk andlaşmasının yapımına katılır. Usta
müzarekeciliği ile bu anlaşmayı geciktirmesi önce övülecek, sonra da
muhalifleri tarafından bir suçlama biçiminde kullanılacaktır.
Sovyetler Birliği'nde iç savaş başlayınca, savaş komiseri olur ve
"Kızılordu"yu kurar.
Bütün bu yükseliş, Lenin'in hastalığı ve sonunda ölümü üzerine inişe geçecektir.
Stalin, başta o olmak üzere, parti ve devlet mekanizmasındaki tüm yandaşlarını
tasfiyeye başlar. Savunduğu "sürekli devrim" ideolojik modeli bir
ihanet biçiminde sunulur.
1925 yılı gelip çattığında, Sovyet yönetiminde hiçbir sözü kalmamış
gibidir. 1927'de Sovyet Komünist Partisi'nden ihraç edilir, 1929'da da ülkesinden
çıkartılır. Bir süre İstanbul'da Büyükada'da oturacak, sonra da Fransa'ya yerleşecektir.
"İhtilâlin Tarihi" kitabı üzerinde çalışır. Daha sonra Meksika'ya
gider ve 1940 temmuzunda, Stalin'in bir ajanı tarafından balta ile doğranarak öldürülür.
Lev Davidoveç Troçki
(*) BOLŞEVİKLER
Sürgündeki Rus Sosyal Demokrat Partisi'nin aşırı kanadına Bolşevikler
denilir. Bolşeviklerin ortaya çıkışı, partinin organı "Iskra"
gazetesi üzerine yapılan bir oylama sırasında, 1903'teki Londra kongresinde yer
alır. Lenin önderliğindeki grup "Iskra"nın yönetimini ele almak ister
ve yapılan oylamada çoğunluğu kazanırlar. "Bolşevik". Rusça'da "çoğunluk"
anlamına gelir. Bolşevikler I912'de, Prag'da yapılan kongrede Sosyal Demokrat
Parti içinde ayrı bir "Merkez Komitesi" kurarlar. 1917 ihtilâli ile
de Sovyetler'de iktidarı ele geçirirler.
(**) MENŞEVİKLER
Rus Sosyal Demokrat Partisi'nin ılımlı kanadına Menşevikler denilirdi.
1903 yılında Londra'da yapılan kongrede bu bölünme açığa çıkmıştı. 1906'da
birleşme sağlandı, fakat I9l2'de. Menşevik-Bolşevik kavgası yeniden alevlendi.
Menşevik'lerin en önemli lideri, Odesa'lı bir Musevî olan Cederbaum'du...
Martov takma adı ile tanınan Cederbaum'un Menşevik grubu da, sonra ikiye bölündü.
I9l7'de bazı Menşevik'ler, Kerensky'nin arkasında yer almış durumdaydı.
Bir önceki portre, Şükrü
Saraçoğlu'ydu
Elâ Cemil
ATATÜRK’ün
İLK BASIN TOPLANTISI
KİMLER VARDI?
(Not: Bu
yazının başlangıcı için birinci fasikülün son sayfasına bakınız)
HALİDE EDİP ADIVAR
Ünlü romancı ve devrimcidir. Üsküdar Amerikan Kız Koleji'nden mezun
oldu. 1968 yılından beri çeşitli gazete ve dergilerde yazıları yayımlandı.
Okullarda da tarih ve pedagoji öğretmenliği yaptı. 1917 yılında evlendiği eşi,
Adnan Adıvar'la Anadolu'ya geçti ve Ulusal Kurtuluş Savaşı'na katıldı.
Kendisine önce onbaşı, sonra çavuş rütbesi verildi. Siyasal görüş ayrılığı
nedeniyle 1928 yılında Türkiye'den ayrıldı. Döndükten sonra İstanbul üniversitesi,
İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü'nde profesör olarak görev aldı. Çeşitli
romanları vardır.
ADNAN ADIVAR
Yazar, bilim ve fikir adamıdır. Tıbbiye'yi bitirdiği günlerde, Abdülhamid'e
karşı çalışanlar arasında olduğu için hakkında soruşturma açıldı. Eşi Halide
Edip Adıvarla birlikte Anadolu'ya geçerek, Ulusal Kurtuluş Savaşı'na katıldı.
1926 yılında Türkiye'den ayrıldı ve Avrupa'ya gitti. Dönüşünde İslam
Ansiklopedisi Yazı Kurulu Başkanlığı yaptı. Çeşitli gazetelerde makaleleri ve fıkraları
yayımlandı.
SUPHİ NURİ İLERİ
Gazeteci ve hukukçudur. İstanbul Hukuk Mektebi'nden sonra, Paris'te
Siyasal Bilgiler Okulu'ndan mezun oldu ve Paris Hukuk ve Ekonomi Bilimleri Fakültesi'nde
doktora yaptı. İstanbul'da Yüksek İktisat ve Ticaret Okulu'nda profesör oldu. İkinci
İleri Gazetesi'ni kurdu.
ATATÜRK’ün
İLK BASIN TOPLANTISI
(Not: Bu yazının başlangıcı için birinci fasikülün son sayfasına
bakınız)
1923 yılının ocak ayı başında yurt gezisine başladığı ilk gün, Mustafa
Kemal Paşa'ya İzmir'den üzücü bir haber geldi.
«Annesi Zübeyde Hanımefendi, İzmir'de vefat etmişti."
Mustafa Kemal Paşa, yurt gezisine devam etmek ya da İzmir'e, annesinin
cenazesine gitmek konusunda bir süre karar veremedi. Bu duraksamasının sonunda,
yurt gezisini bir süre daha devam ettirmeyi uygun buldu.
Bindiği tren, bir istasyonda durduğunda Mustafa Kemal Paşa, çevresini
saran komutanlar ve halkla görüşürken, kalabalığın arkalarından bir kadının bağırmalarını
duydu.
Başı siyah bir yazmayla örtülü yaşlı kadın, kendisine engel olmak isteyenlerden
kurtulup, kalabalığı yarmak ve Mustafa Kemal Paşa'nın yanına ulaşmak için çabalıyordu.
Güvenlik güçleri ise, onun bu davranışını engelliyordu.
Mustafa Kemal Paşa, yaşlı kadının çırpınmasını görünce, kendisine engel
olan güvenlik mensuplarına sordu:
"Niçin bırakmıyorsunuz?" dedi. "Belki bir derdi, bir
diyeceği vardır... Bırakınız gelsin.."
Güvenlik mensuptan geri çekildiler. Kalabalık yol açtı. Ve başı siyah
yazmalı kadın, Mustafa Kemal Paşa'ya doğru ilerledi.
O'nun yanına gelince de, gözlerini gözlerine dikti, bir eliyle de, omuzuna
uzandı, oğlu yaşındaki Paşa'nın omuzunu sıvazlamaya başladı.
"İşittim ki, anan ölmüş" dedi. "Başın sağ ola..."
Mustafa Kemal Paşa bir süre hareketsiz kaldı. Halkın nabzını ve belirli
konulardaki görüşlerini saptamak amacıyla çıktığı yurt gezisinde, annesini
kaybettiği gün, karşısında yeni bir anne buluyordu.
Mustafa Kemal Paşa'nın gözleri nemlendi:
"Evet anam öldü" dedi yavaş bir sesle ve sonra birden
kendini toparladı.
"Fakat vatan ana sağ
olsun" dedi.
Mustafa Kemal, ertesi günü İzmit'te İstanbul basınının temsilcileriyle
buluştu. Şimdiye kadar açıklanmayan bu toplantıyı yıllar sonra MİLLİYET
Gazetesi Başyazarı Mahmut Soydan, ATATÜRK'ün direktifiyle kaleme aldı. İşte
Atatürk'ün Türk basın temsilcileriyle yaptığı sorulu cevaplı konuşmayı aşağıda
bulacaksınız:
Atatürk gazetecilere sordu:
«Neleri öğrenmek istiyorsunuz»
ATATÜRK- Konuşacağımız önemli sorunlar neyse
önce onları belirleyelim. Neleri öğrenmek istiyorsunuz?
İLERİ— Barışa nasıl varacağız. Seçimler ne
zaman yapılacak?
İSMAİL MÜŞTAK- İstanbul'un geleceği ne
olacak?
KARAOSMANOĞLU- Halk Partisi'nin geleceği
hakkında görüşleriniz?
İLERİ— Başkent neresi olacak?
KARAOSMANOĞLU- Büyük Millet Meclisi'nde
beliren görüşleri öğrenmek isteriz. Gruplar arasında anlaşmazlık olduğunu
duyuyoruz. Anlaş-
mazlığın niteliği nedir? Mecliste ilerici ve tutucu akımlar var. Bunlar
birbirleriyle çekişiyorlar. Bunların hangisi daha güçlü?
İSMAİL MÜŞTAK-Yeni anayasa yeni Türk
devletinin kesin ve sürekli şeklini sağlayacak ve belirleyecek bir yasa olacak
mı?
İLERİ — Savaş sorumluları cezalandırılacak mı?
Yani onları cezalandır- makla ülkede sorumluluk duygusunun egemen olacağı gösterilecek
mi?
YALMAN - Nüfus, göçmen alma ve bugünkü nüfusu
çoğaltma sorunları var. Savaş ve sefalet yüzünden azalan nüfusun çoğalması için
ne gibi önlemler alınacak?
İLERİ— Kendimize dost ülkeler arayacak mıyız yoksa tek başımıza mı kalacağız?
YALMAN— Bir memur sorunu var. Partilere ve
devlete bağlı memurlar diye bir ayıyım yapılıyor. Bir parti iktidara geldiği
zaman öteki partiye bağlı memurların işine son veriliyor. Böylece uzmanlaşmış
memurlardan yararlanma olanağı ortadan kalkıyor. Bu konuda önlem alınacak mı?
«BİRİNCİ SORUMLU ENVER PAŞADIR ONUN EMRİYLE
HAREKET EDENLERİ SORUMLU TUTMAK DOĞRU DEĞİL»
Atatürk soruları teker teker not ediyordu. Bir ara kendisi sordu:
— "İstanbul'da hilâfet ve saltanat
konusu tartışılıyor mu?"
İSMAİL MÜŞTAK- İçten içe konuşuluyor.
ATATÜRK- Nasıl?
İSMAİL MÜŞTAK- İstanbul'da halk
memnunlar ve memnun olmayanlar diye ikiye ayrılıyor. Saltanat ve hilafet
konusu da halkın bu duygusuna bağlı İstanbulluların çoğunluğunu sağlayan
memurlar büyük bir ümitsizlik içinde.
YALMAN — Halifenin görev ve yetkileri
belirlenecek mi? Yoksa halife sadece dinî nitelik mi taşıyacak?
İLERİ — Mudanya Ateşkes Anlaşması yapılmasaydı
ordu harekâtı sürdürülseydi daha iyi olmaz mıydı?
ATATÜRK-
Mudanya Ateşkesi ile ordu hareketiyle elde edilecek sonuçları elde etmişsek,
barış görüşmelerini belirsiz bir süre uzatmaya ne gerek var. Savaş sorumlularına
değinmiştiniz. Ben, Osmanlı devletinin dünya savaşına neden girdiğinin
sebebini hala bilmiyorum. Savaş dışı kalabilir miydik? Hiç değilse savaşa daha
sonra giremez miydik? Bunların değerlendirilmesinde yarar vardır.
Savaşa girdikten sonra yönetim bakımından birçok hatalar işlenmiştir.
Orduların görevi ülkelerin kendi varlıklarını korumaktır. Bunu unutup yabancıların
gayelerine alet olmak doğru değildir.
Savaşı yönetenler kendi varlığımızı unutup, başkalarının esiri olmuştur.
Kendi ülkemizi savunmaya yetmeyen kuvvetlerimizi, Geliçka'ya, Makedonya'ya ve İran'a
göndermekle hata edilmiştir. Bu hataların birinci sorumlusu Enver Paşa'dır.
Enver Paşa ölmüştür.
TİME'da
2 kez
Onun emriyle hareket eden kumandanları sorumlu tatmak doğru değildir.
Onlar görevlerini yapmışlardır. Politik sorumlular da ölmüşlerdir. Bu nedenle
hangi sorumlulardan bahsediyorsunuz?
Öteki sorunuza geçiyorum:
Kurtuluş Savaşımızın gayesi, ulusun bağımsızlık ve egemenliğini sağlamak ve sürdürmektir. Ulusun bağımsızlığını kazanmak için gereken yol "Milli Misak" ile çizilmişti. Egemenliğimizi kazanmak için de gerekenler yeni anayasa ile saptanmıştır.
Başkent, ülkenin her yerine eşit uzaklıkta olmalıdır. Ülkenin bir kenarında başkent yaptığınız zaman, buradan uzak kalan bakımsız yerleri unutuyoruz. Anadolu bugün baştanbaşa harabedir. Kasabalar, kentler hep böyle... Neden? İstanbul'u başkent yapmışız ve kendimizi sadece onun albenisine kaptırmışız.
İstanbul en güzel kentimiz ve en kıymetli varlığımızdır. Tüm Anadolu, İstanbul'un işgal altında kalmasının elemini çekmektedir. Hâlâ işgal altında bulunan İstanbul'u ve halkını düşünüyoruz. Fakat bu sevgimiz İstanbul'u tekrar başkent yapacağımız şeklinde anlaşılmamalıdır. İstanbul'un başkent olmaması ona olan ne sevgimizi ne de ilgimizi azaltır.
Birçok sebepler başkentin Ankara Kayseri-Sivas üçgeni içinde olmasını gerektiriyor. Bu üçgenin ortasında bulunan Ankara pekâla başkent olabilir. Zaten olaylar orayı başkent yapmıştır. İstanbul mevkiini ve şerefini koruyacaktır. Ankara'da oturacak fakat İstanbul'dan her zaman yararlanacağız.
Kentlerde seçim yapıldı. Bu sırada ülkenin moral durumunu da hatırlatmak gerekir. İstanbul'da koyu bir zulüm herkesi tehdit ediyordu.. Anadolu'nun hiçbir yerinde güven yoktu. Neler yapılacağı konusunda hiç kimsede kesin bir karar ve düşünce belirmemişti. Karışık ve karanlık bir durumdaydık.
Bazı kentler girişi iyi görmedikleri için milletvekili göndermek konusunda uzun süre çekimser kaldılar. Bazı kentlerde gönderecekleri milletvekillerinin eninde sonunda idam edileceğine inanıyordu.
Bunu bilen bilim adamları, bu meclisin de o nitelikte olacağını, İstanbul'daki meclis açılıncaya kadar görev yapacağı düşüncesindeydiler. Bu meclisin seçeceği hükümetin de, İstanbul'daki hükümet görev yapacağı güne kadar süreceğine inanıyorlardı.
Ben böyle düşünmüyordum. Fakat önerimde düşüncelerimi itina ile ifade etmiştim. Duygularımı o gün daha fazla açıklamış olsaydım, çoğu beni bırakıp giderdi. Öyle değil mi Adnan Bey...
Amerikanın ünlü Time dergisi Atatürk'ün iki kez kapak yapmıştır. 23
Mart 1923'de Atatürk'ün kalpaklı ve askerî kıyafetiyle elle yapılmış portresi
kapak olmuştur. Tarihe dikkat edilirse bu cumhuriyetin ilânından tam 7 ay
öncedir. Atatürk ikinci kez 1926 yılında Time'ye kapak olmuştu. Ancak
Atatürk'ün resmî ve karikatürleri 1920'den bu yana ABD basınında sık sık yayımlanmıştır.
Öteki sorunuza geçiyorum:
Kurtuluş Savaşımızın gayesi, ulusun bağımsızlık ve egemenliğini sağlamak ve sürdürmektir. Ulusun bağımsızlığını kazanmak için gereken yol "Milli Misak" ile çizilmişti. Egemenliğimizi kazanmak için de gerekenler yeni anayasa ile saptanmıştır.
Ordularımızın zaferiyle Millî Misak'a ulaşmış bulunuyoruz. Şimdi
temsilcilerimiz bunun onaylanması için Lozan'dadır.
BAŞKENT
HER YERDE AYNI OLMALI
Şimdi başkent konusuna geçiyorum:
Başkent bence, her türlü tecavüz ve saldırıya karşı güç ve heyecanını
koruyacak bir yerde olmalıdır. Bir savaş gemisinin top atışından telaşlanacak
bir yerde başkent olmaz.Başkent, ülkenin her yerine eşit uzaklıkta olmalıdır. Ülkenin bir kenarında başkent yaptığınız zaman, buradan uzak kalan bakımsız yerleri unutuyoruz. Anadolu bugün baştanbaşa harabedir. Kasabalar, kentler hep böyle... Neden? İstanbul'u başkent yapmışız ve kendimizi sadece onun albenisine kaptırmışız.
İstanbul en güzel kentimiz ve en kıymetli varlığımızdır. Tüm Anadolu, İstanbul'un işgal altında kalmasının elemini çekmektedir. Hâlâ işgal altında bulunan İstanbul'u ve halkını düşünüyoruz. Fakat bu sevgimiz İstanbul'u tekrar başkent yapacağımız şeklinde anlaşılmamalıdır. İstanbul'un başkent olmaması ona olan ne sevgimizi ne de ilgimizi azaltır.
Birçok sebepler başkentin Ankara Kayseri-Sivas üçgeni içinde olmasını gerektiriyor. Bu üçgenin ortasında bulunan Ankara pekâla başkent olabilir. Zaten olaylar orayı başkent yapmıştır. İstanbul mevkiini ve şerefini koruyacaktır. Ankara'da oturacak fakat İstanbul'dan her zaman yararlanacağız.
İSTANBUL'UN
AYRICALIĞI OLMAZ
Sizler gibi aydın ve ulusu aydınlatmaya çalışan kişiler Ankara'ya
hatta Van'a Erzincan'a ve Bitlis'e gitmelisiniz. işte Ziya Gökalp Diyarbakır'da.
Orada bir gazete çıkartıyor. Kısa sürede çevresinde yarattığı duyarlılık çok
dikkat çekicidir.
Sizin gibi aydınlar gidecekleri yerlerde başlıbaşına bir dünya
yaratabilirler.
Ülkenin bir yerinde değil. birçok yerlerinde ilim merkezleri kurmalıyız.
Başkent nerede olmalı? Ben böyle bir konunun tartışılmasını bile yersiz buluyorum.
İstanbul'un durumundan bahsettiniz, İstanbul başkent olmayınca kendi büyüklüğü
oranında bir idare şekline sahip olacaktır. Fakat hiçbir zaman özel bir statüye
bağlanmayacaktır. İstanbul'da hâlâ yabancı asker ve donanması varken bu tartışmalar
doğru değildir.
ATATÜRK — Bir de nüfus sorununa değinildi. Gerçekten
de nüfusumuz topraklarımıza göre çok az. Bunun nedeni açıktır. Önceleri büyük
imparatorluklar peşinde koştuk. Ülkeler ele geçirdik. Dünya'yı almak istedik.
Her işgal ettiğimiz ülkeye Anadolu halkını gönderdik. Oralarda öldürttük.
Avrupa'nın bir bölümünü, Mısır'ı, Irak'ı. Hicaz'ı ve Yemen'i savunma ve korumak
için kimbilir ne kadar Türk gencini öldürttük.
Şimdi bu durumu düzeltmek için sosyal önlemler alacağız. Dışardan göçmen
getireceğiz. Askerlik süresini kısaltacağız. İnsan gücü yerine makinaya yer vereceğiz.
ERMENİLERE
TOPRAK VERİLMEZ
İLERİ — Paşam,
bir de Ermenilerin yurt sorunu var. Onlara toprak verilmezse, şuraya - buraya
grup grup gelebilecekler mi?
ATATÜRK — Bunu önleyemeyiz. Bu toprakları sadece
Ermeniler istemiyor1ar. Gildaniler, Asurlar, daha bilmem kimler bu hevesteler.
Eğer hepsine toprak vermeye kalksak, bizim elimizde kalmaz. Bizden o kadar çok
şey istiyorlar ki...
Efendim, önemli sorunlardan biri de Millet Meclisi'ndeki gruplar ve akımlar...
Hep beraber meclisin üç buçuk yıllık geçmişini inceleyelim, İstanbul'daki
meclis saldırıya uğrarken, benim Ankara'da düşündüğüm, meclis çalışmalarını sürdürmekti.
Fakat birkaç kişiden kurulu bir topluluğu güçsüz ve hafif buluyordum. Büyük
bir meclis olsun istiyordum. Ne kadar büyük olursa ulusa daha çok güven
verirdi. Bu meclisin yetkilerinin de geniş olmasından yanaydım.Kentlerde seçim yapıldı. Bu sırada ülkenin moral durumunu da hatırlatmak gerekir. İstanbul'da koyu bir zulüm herkesi tehdit ediyordu.. Anadolu'nun hiçbir yerinde güven yoktu. Neler yapılacağı konusunda hiç kimsede kesin bir karar ve düşünce belirmemişti. Karışık ve karanlık bir durumdaydık.
Bazı kentler girişi iyi görmedikleri için milletvekili göndermek konusunda uzun süre çekimser kaldılar. Bazı kentlerde gönderecekleri milletvekillerinin eninde sonunda idam edileceğine inanıyordu.
İKİNCİ
GRUP NASIL KURULDU
İlk dönem sakin geçti. Bakalım ne olacak, diyorlardı. Meclisin açılışında
uzun bir konuşmam oldu. O konuşmamda hükümet kurulması ve hükümetin niteliği
konusunda bir önerim vardı. Önerimin hemen onaylanmaması için biriki kişi,
bir-iki cümleyle inceleme istediler. Fakat bu sözlere önem verilmedi. Meclis
oy çoğunluğuyla önerimi onayladı.
Tereddüt şuydu: Bilim ve hukuk adamları önerimi inceledikleri zaman ortaya
koyduğum hükümet şeklinin bundan öncekilere hiç benzemediğini görmüşlerdi.
Fransız devrimindeki meclisi ele aldılar. Fransız meclisi bildiğiniz gibi
birer ikişer belediye üyelerinin birleşmesiyle kurulmuş, geçici bir meclisti.
Sırası gelince görevini asıl meclise devredecekti.Bunu bilen bilim adamları, bu meclisin de o nitelikte olacağını, İstanbul'daki meclis açılıncaya kadar görev yapacağı düşüncesindeydiler. Bu meclisin seçeceği hükümetin de, İstanbul'daki hükümet görev yapacağı güne kadar süreceğine inanıyorlardı.
Ben böyle düşünmüyordum. Fakat önerimde düşüncelerimi itina ile ifade etmiştim. Duygularımı o gün daha fazla açıklamış olsaydım, çoğu beni bırakıp giderdi. Öyle değil mi Adnan Bey...
ADIVAR — Çok doğru efendim.
ATATÜRK — Daha sonra usûl, yasa ve kurallar üzerinde
duranlar oldu. Hatta bazılarının program bile hazırladıklarını duydum. Bunun üzerine
önerimin temellerine uygun bir program hazırladım. "Halk Programı" adını
taşıyan bu taslağı bir gecede bastık ve sonraki gün delegelere dağıttık. Onlar
bu programla kendi programları arasında büyük bir fark görmüşler.
İncelediler. Sonuçta anayasa ortaya çıktı. Anayasayı tartışıp
onaylatmaya çalışırken anlaşmazlık kaba şekilde görüldü. Böyle bir program ve
böyle bir yasa hilâfet ve saltanatı ortadan kaldırır ve cumhuriyeti getirir.
Biz de, yanılıyorsunuz diyorduk. Saltanat ve hilâfeti kaldırmak ve
cumhuriyeti kurmak bugünün konusu değildir.
Başka şeyler düşünenler de vardı. Tek vücut halinde bulunan meclis, beşe
bölündü. Sağ-sol gibi değil. Duygusal ve kişisel sebeplerle bölünmüşlerdi. Hiçbir
grupta karar alacak çoğunluk yoktu. Zaman zaman birleşiyorlar fakat çoğu zaman
ayrıydılar. Bakanlar bundan çok güçlük çekti. İş o dereceye vardı ki, en basit konularda bile karar
alınamıyordu. Ben bu durumu çok tehlikeli gördüm. Çare bunları birleştirme ve
grup kurmaktı. Ona giriştim. Önce tek tek, sonra da topluca görüşerek "Anadolu
ve Rumeli Müdafaî Hukuk" adıyla bir grup kurduk. Program olarak iki amaç
gösterdik: Milli Misak ve Anayasa...
Milli Misak konusunda bütün meclis anlaşıyordu. Anlaşmazlık anayasa üzerindeydi
Milli Misak üzerinde durarak grupta çoğunluğu sağlayabildik. Grup dışı olanlar
azınlıkta kaldılar. Grup olarak birleştirdiğimiz kişilerle, düşünce olarak
birleşmiş değildik. O günün duygusallığı, bizi bir araya getirmişti. Daha önce
mecliste başlayan bölünme şimdi grupta oluyordu. Küçük küçük hiziplerin doğduğu
seziliyordu.
Anlaşmazlık kişisel nedenlerden doğuyordu. Benim kişiliğimden de memnun
olmayanlar vardı. Birçokları arkadaşlarımı istemiyorlardı. Sonuçta memnun
olmayanlar kendi aralarında çalışma karan aldılar. Sayılan gittikçe arttı, ama
isimleri yoktu. Aradılar, fakat kendilerine bir isim bulamadılar. Sonunda biz
de Anadolu Rumeli Müdafai Hukuk Cemiyeti'ne bağlıyız. Fakat iki numaralı grubuz
dediler. Bu grup zaman zaman azaldı, çoğaldı. Bunun nedeni de şuydu:
İki grup arasında kalmış serüvenciler vardı. Bunlar kendi çıkarlarını
hangi yanda bulurlarsa o tarafa geçiyorlardı. Bu gibiler, birinci gruptan her
zaman uzak kaldılar, ikinci grup ve serüvenciler bakanlara saldırdılar, orduyu
eleştirdiler. Ordunun iç işlerine karışmak istediler. Hatta, "Bu ordu
ile hiçbir şey yapılamayacak. Bari ordunun yarısını terhis ebelim" dediler. Sonra da
"Ordu için başkomutana gerek yoktur" diyorlardı.
Tüm girişimlerinde başarı kazanamadılar, kazanamayacaklarını anladılar.
Şimdi çöküntü halindeler. Yirmi üç kişiye indiler. Ayrılanlar da tövbekâr olmuşlardır.
İLERİ —
Elliden yirmi üçe mi indi?
ATATÜRK — Hayır,
yetmiş dörtten... Aralarında çıkar ve duygu anlaşmazlığı var. Bugün bunlara bazı
hocalar da katılmıştır. Hilâfet ve saltanat birbirinden ayrıldıktan sonra bazı
hocalar endişeye kapıldılar. Kendi din ve imanlarından kuşkulandılar. Acaba,
"Ben Müslüman mıyım?" dediler. Böylece bocaların en cahilleri onlara
katıldı. "Halife böyle olmaz. Halifeye güç, kuvvet gerektir" dediler.
"Biz bu hükümet şekline, meclisin bu görünümüne karşı değiliz. Bugün i- çin
Mustafa Kemal Paşa vardır. Fakat çekildiği veya öldüğü zaman yerine kimi
getireceğiz. Biz birbirimizi çekemeyiz. Böyle bir meclis bulamayız. Sonuçta
batarız. En uygun şekil başkanlıkta halifenin bulunmasıdır. Halifeyi başkan
yaparız. Onu bir kez seçeriz. Ondan sonra hiçbir şey düşünmeyiz" diyorlar.
Son şekil budur.
HİLAFET
KONUSU, GERİ KALABİLİRDİ
Hilâfet sorunu hakkında konuşalım. Velit Beyefendi, siz nasıl görüyorsunuz,
nasıl düşünüyorsunuz?
VELİT — Sayın
Paşam, ben bu sorunu düşünmedim. Barıştan sonraya bırakılmasından yanaydım. Şimdi
her şeyin üstünde olan ülkemizi düşmandan kurtarmak olduğu için, bütün düşünce
ve uğraşımızın buna ayrılmasından yanayım. Diyorum ki, bunlar çok düşünülecek
konulardır. Buna iyi araştırabilmek için, zihinler diğer uğraşılardan, tasalardan
uzak olmalıdır. Bence o dönem henüz gelmemiştir. Bunu kişisel olsun, köklü bir
karar verebilmek için kesin kanaat sahibi olmak gerekir.
ATATÜRK — Arkadaşlar,
bir fikir ileri sürecekler mİ? İzin verirseniz yine ben devam edeyim. Çok
istenirdi ki bu sorunun tartışması barıştan sonraya kalsın. Fakat şimdi görülüyor
ki bundan hararetle bahsedenler var. Özetle, bizim isteğimizi kabul etmeyenler
var. Biz, "Zamanı değildir, sükûneti koruyalım, asıl uğraşacak önemli görevlerimiz
vardır" diyelim. Fakat Şükrü Efendi diyor ki, "Halife şu demektir,
halifenin yetkisi şudur, görevi de budur" ve bu düşünceyle tüm ulusun
aklına giriyor. Madem ki, olumsuz bir girişim vardır, bunu karşılamak zorundayız.
Ya onların iddiası doğrudur, ya bizim yaptıklarımız.
İstediğimiz, bilim, ilim ve dinsel yönden bu ülkenin ve ulusun, yaşantısı,
refahı ve saadeti bakımından doğru olup olmadığının incelenmesidir.
ATAY — Paşam, barıştan sonra deha güç olur...
En uygun dönem bu gündür.
YALMAN — Durumun açık olmasından ileri gelmiyor
mu? Hilâfetin tüm İslâm âlemini kapsayan bir müessese olduğu ortaya çıkar. Bir
iç sorun olmak niteliğini kaybeder.
PEYGAMBER: 80 YIL SONRA
HİLAFET YOKTUR
ATATÜRK — Biz bu sorunu politik olarak sonuçlandırdık.
Dünyada bağımsız ve yeni bir Türk devleti vardır. Devleti kuran ulusun bir Türkiye
Büyük Millet Meclisi vardır. Ülkenin tek ve gerçek temsilcisi bu meclistir. Türkiye
devletinin başkanı da vardır. Bu şekil dinseldir, bilimseldir, özellikle
devletin bağımsızlığını en iyi koruyacak bir şekildir. Türkiye devleti başka
bir makam tanımaz. Gerçekte de başka bir makam yoktur. Yani hilâfetin resmî
durum ve niteliği yoktur.
Hilâfet tüm İslâm'ı kapsayan bir yönetim noktası ise, tarihte bu hiçbir
zaman olmamıştır. Tüm islâm âleminin halife niteliğindeki bir kişi tarafından
yönetimi olmamıştır. Hazreti Ali döneminde "Sıffin" savaşından sonra
islâm dünyası halife adı altında, emir-ül müminin adı altında iki kişinin yönetiminde
kaldı. Bir tarafta Ali halifeyim diye hükümet etmişti. Öte tarafta da Muaviye
aynı sıfatla hükümet ediyordu. Abbasiler döneminde ise, bir tarafta Bağdat'ta,
diğer taraftan Endülüs'te halifeyim diye saltanat sürenler vardı. Bugün Fas'ta
ve Sudan'da halife var. Onlar da kendilerine emir-ül mümin diyorlar. Bundan böyle
tüm Müslümanları hilâfet makamı altında bir noktaya bağlamanın olanağı yoktur.
Şimdi Mısır, Hindistan, Türkiye ve Batı İslâmlarının tümünün kendi çevrelerinin
koşullarından, geleneklerinden uzaklaştırarak ümmet adı altında birleşmelerine
nasıl olanak tanınabilir. Bu tarihin hükmüdür. Öte yandan dinin hükümleri de
ayrı değildir. Gerçekte din yönünden hilâfet diye bir şey yoktur. Peygamber şöyle
demiştir:
" —
Benden 30 yıl sonra hilâfet yoktur."
Hazreti Ömer, halife olduğu zaman kendisine "Halife-i
Resulullah" demişler. Kendisi de ilk hutbesinde. "Böyle bir sıfat
bende yoktur. Halife denilen şey yoktur. Siz müminlersiniz, ben de sizin
emirinizim."
Zaten Peygamberin ölümünden sonra halife seçmek kimsenin aklına gelmemiştir.
Hilâfet adı altında ortaya çıkan örgüt emirliklerden başka bir şey değildir.
TROÇKİ SÜRGÜNDE: İSTANBUL'DA
Ankara,
Stalin'in rahibi Troçki'yi koşullu olarak kabul etmişti...
Troçki, İstanbul'da vapurdan inerken,
«Ülkenize zorla sokuluyorum» diyordu
LEON Davitoviç Troçki, 12 şubat
1929 salı günü Lenin'in küçük adını
taşıyan "İliç" vapuruyla Odesa'dan İstanbul'a gelmişti.
Yanında ikinci karısı Natalya, oğlu Leon Sedov ve iki de (GPU) Sovyet gizli
polisi vardı.
Stalin, 1928'de Lenin'in sağ kolu
Troçki'yi önce bir yıl kadar Sibirya'nın Alma Ata kentinde sürgün tutmuş, sonra
da ülke dışına atmak istemişti. Ama hiçbir hükümet Troçki'yi istemiyordu.
Ankara'daki Sovyet Elçisi Çiçerin
de Troçki'ye ülke arayanlardan biriydi. Türk Dışişleri Bakanı Aras'la konuşmuş
ve ondan vize sağlamıştı. Ancak Türkiye'nin koşullan vardı:
* Troçki,
politik bir göçmen olacaktı. Ona özel ve ayrıcalı işlem yapılmayacaktı.
* Troçki,
başka ülkeye gitmek isterse, serbest olacaktı.
* Troçki,
Türkiye'de komünizm uğraşısı göstermeyecek, fakat istediğini yazabilecek ve
bunları dışarda bastırıp yayabilecekti.
* Troçki'ye
Türkiye'de SSCB tarafından hiçbir suikast düzenlenmeyecek, Türk Emniyeti her
türlü güvenlik önlemlerini alacakta.
Moskova, bu koşulları kabul etti
ve 23 ocak 1929'da Moskova'daki Türk Elçiliği'nden Troçkilere
"Sedov" adıyla vize verildi.
Troçki, Rus vatandaşlığından çekildikten sonra, Sovyet
Elçiliği onu korumak için konan güvenlik önlemlerinin kaldırılmasını istedi
fakat, Türkiye bu isteği kabul etmedi
TÜRK
BASINI SUSUYORDU
İçişleri Bakanlığı, aynı günlerde
hem İstanbul iline, hem de Basın - Yayın Genel Müdürlüğü'ne iki uyarı mektubu
yazmıştı. Valilikten, herhangi bir suikaste karşı önlem alınması, Basın -
Yayın'dan da gazetelerin Troçki ile ilgilenmemesi isteniyordu.
O günlerde İstanbul'da Rusya'dan
devrim sırasında kaçan 3-4 bin Beyaz Rus vardı. Bunlar Troçki'nin kurduğu Kızılordu'ya yenilerek ülkelerinden kaçmışlardı. Bunlar ve dünyanın başka ülkelerine dağılan 200 bindan fazla Beyaz Rus'un, Troçki'yi öldürmek istemesi en doğal düşünceydi.
3-10 yıl arasında savaş çıkacak hem de İngiltere ile Amerika arasında Troçki'nin İstanbul'da yaptığı kehanet
Troçki'yi getiren İliç Vapuru,
öğleye doğru Büyükdere açıklarında demirliyor, gemiye binen bir Türk görevli,
gelenlerin pasaportlarını inceliyordu. Bu sırada Troçki'nin oğlu Leo Sedov,
Türk görevliye Atatürk'e sunulmak üzere bir mektup verdi. Troçki'nin imzasını
taşıyan mektup şöyleydi:
"Sayın Başkan,
İstanbul'un kapısında size şunu bildirmekle onur duyuyorum: Türkiye
sınırlarına kendi dileğimle gelmedim. Bu sınırlardan içeri zorla sokuluyorum.
Rusya'dan çıkarıldıktan sonra, dilini bildiğim ve tanıdığım bir ülkeye
gitmeyi yeğlerdim. Fakat sürenler, sürülenlerin bu isteklerine nadiren özen
gösteriyorlar.
Ülkemden çıkarılmam sorunun sonu değildir. Olaylar kısa ya da uzun
sürede gelişecektir. Ben Marks'ın okulunda tarihe sabırla bakmayı öğrendim.
En iyi duygularımı kabul buyurunuz, Bay Başkan.
Leon Troçki."
İliç vapuru öğleden sonra Galata
yolcu salonuna yanaştı. İstanbul Polis Müdürü ve Sovyet Konsolosluğu
görevlileri onu karşıladılar. Troçki, Başkonsolosluğa Komünist Partisi Merkez
Komitesi'ne gönderilmek üzere mektup verirken, 22-23 yaşlarındaki oğlu Leo da
12 sandık eşyanın taşınmasıyla uğraşıyordu. Troçki'nin Moskova'ya gönderilmesini istediği mektubun içeriği şöyleydi:
"Türk polisiyle işbirliği içindesiniz. İstanbul'da düzenlenecek bir komployla beni öldüreceksiniz. Bu olayların sorumluluğunu Merkez Komitesi üyelerinin tümüne şimdiden yüklüyorum."
TROÇKİ,
TÜRK POLİSİNİ SUÇLADI
Troçki, daha sonra Türk polisinin
güvenlik önlemleri arasında Tünel'deki Sovyet Konsolosluğu'na gitti. Burasını herhangi
bir otelden daha güvenli sayıyordu. Türk polisi ise, Ruslar'm bir şeyler
yapmasından kuşku duyduğu için Troçki'nin güvenli bir eve taşınması düşüncesindeydi.
Hatta İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, konsoloslukta kaldığı sürece İstanbul
Valisi'nin sık sık Troçki'yi ziyaret etmesini ve durumunu incelemesini
istemişti.
Gelişinin ikinci günü dünya
basını, büyük başlıklarla, "Troçki İstanbul'da" diye yazıyor, Türk basını
ise Basın - Yayın'ın emrine uyarak susuyordu.
ALMANLAR
VİZE VERMİYOR
Troçki konsolosluğun konukevine
yerleşmişti. Cebinde 1500 doları vardı. Uzun bir savaşa hazırlanıyordu. Oğlu konsolosluğa
yakın kitapçılardan Alman gazeteleri almıştı. Bunlardan Alman hükümetinin
kendisine vize vereceği yazılıyordu. Hemen Alman Reichtags başkanına telgraf
çekerek vize istedi. Ancak kısa bir süre sonra Ankara'deki Alman Elçisi
Nadolny, kendisine hükümetinin vize veremeyeceğini bildirecekti.
Troçki, Almanya'dan yanıt beklerken
durmadan yazıyor, İngiliz, Fransız ve Amerikan gazetelerine durumunu anlatıyordu.
Özellikle de, "Türkiye'ye zorla sokulduğunu" öne sürüyordu.
18 şubatta İstanbul Emniyet Müdürü,
Sovyet Konsolosluğu'nda kendisini ziyaret etmiş ve Vali Muhittin Üstündağ'ın
mektubunu vermişti. Türkçe ve Fransızca yazılan mektupları aldığını ve
okuduğunu bildirmesi isteniyordu. Troçki, Türkçe bilmediği için yalnız Fransızca
yazılı mektubu okudu ve imzaladı. Türkçe mektubu ise, almadı.
Atatürk adına kendisini
yanıtlayan İstanbul Valisi Üstündağ, Türkiye'ye zorla sokulması iddiasına da
değiniyor ve şöyle diyordu:
"Sayın Troçki,
SSCB eski Halk Komiseri,
Cumhurbaşkanımıza sunulmak üzere bıraktığınız mektubu ait olduğu makama
gönderdim.
Size aşağıdaki hususları bildirmekle görevliyim:
Sovyet hükümeti, sağlık nedeniyle ülke dışında tedaviniz gerekçesiyle
Cumhuriyet Hükümeti'nden vize istemiştir. İyi ilişkiler sürdürdüğümüz dost bir
devletin girişimini olumlu karşılamak, bizim yönümüzden doğaldı. Sovyetler
Birliği'nden çıkış nedenlerinizi bilemeyiz. Bunları araştırmak da bizim görevimiz
değildir. Mektubunuzda belirttiğiniz."zorla sokuldum" deyimi de
bizimle ilgili değildir. Buradan istediğiniz bir ülkeye gitmekte serbestsiniz.
Oturma sürenizi de uzatmak isterseniz Türkiye, konukseverliğini sizden
esirgemeyecektir. Bu konuda bütün yabancıların yararlandığı genel kuralların
dışına çıkılması düşünülemez.
Polislerimiz, kaldığınız sürece güvenliğinizi sağlamak için gereken
önlemleri almışlardır. Buna karşın, bir saldırı kuşkusu duyarsanız, sizi
korumakla görevli polislerimize bilgi vermeniz en doğru yol olur.
Bu mektubu aldığınızı ve içeriğini öğrendiğinizi bize bildirmenizi rica
ederim.
Saygılarımla.
Muhittin Üstündağ, İstanbul Valisi."
TROÇKİ:
«BEN BİR TÜRKOFİLİM»
Ancak dış basında çıkan yazılar
Moskova'yı sinirlendirmişti. Sonuçta elçiliğe, Troçki'nin bir an önce konsolosluktan
çıkartılması bildirildi. 8 mart geceyarısına doğru Troçki konsolosluktan
çıkarıldı ve Türk polisinin önlemleriyle Tokatlıyan Oteli'ne arka kapıdan sokularak
ikinci kattaki 66-68 ve 70 sayılı odalara yerleştirildi.
Troçki Türk basınıyla ilk konuşmasını
Milliyet yazarı Ahmet Şükrü Esmer'le yaptı. Bu konuşmasında önce "baskı" konusunda Troçki, şöyle dedi:
"— Yanlış anlaşıldı. Türk hükümetinin özgürlüklerimi
kısıtladığını hiçbir zaman söylemedim. Fransız gazetelerine 6 bin sözcük tutan
Rusça makaleler yazdım, Bu yazılar telgrafla çekilirken ve Fransızca'ya
çevrilirken, büyük hatalara uğradı. Türk hükümeti bana büyük konukseverlik
göstermiştir, minnettarım. Tekrar ediyorum: Türk hükümeti hiçbir biçimde
özgürlüğümü kısıtlamamıştır.
Türkiye'ye gelir gelmez Rus Başkonsolosluğu'na indim. Almanya'dan vize
istemiştim. Buna yanıtın kısa zamanda geleceğini umuyordum. Bu nedenle otele
geçmek istemedim. Sizlerle konuşmayı bugüne kadar ertelememin nedeni de, böyle
bir toplantıyı konsolosluk gibi resmî bir yerde yapmak istemeyişimdir. Şimdi
herkesle konuşuyorum.
Türkiye'den neden ayrılmak istediğimi sorabilirsiniz. Türkçe
bilmediğim için... Artık yaşlıyım ve yeni bir dil öğrenemem. Yoksa, çok
sevdiğim ve konukseverliğine tanık olduğum ülkenizde oturmamam için hiçbir
neden yoktur."
Troçki, masası üzerine iki kitap
koymuş. ve küçük, kâğıtlarla bazı yerleri işaretlemişti. Bunları göstererek
konuşmasını şöyle sürdürmüştü:
"— İşte, kitaplarımdan
ikisi... Türkiye için yazdıklarımdan bazıları burada. Birini 1909'da
yazmıştım. Bu ve daha sonraki yazılarımda Türkleri o kadar övdüm ki, bana
Türkofil dediler. O tarihlerde Rusya'da Türkler'e karşıt çok insan vardı. Türk
dostluğunu daha sonra Türklerin ulusal savaşında da gösterdim. Dostum General
Frunze'yi Rus ordularının temsilcisi olarak Ankara'ya yolladım. Türkiye'nin
bağımsızlık savaşını çok büyük ilgiyle izledim ve sonuçtan kıvanç duydum.
Bağımsızlığınızı, bu uğurdaki
savaşı büyük öderinizin yönetimine borçlusunuz. Atatürk'ün büyüklüğü artık dünyaca
kanıtlanmış bir gerçektir, öyle bir gerçek ki, burada yinelenmesinden ben de
tad duyuyorum. Türk - Sovyet ilişkileri içtenliklidir ve böyle kalacaktır. Politik
alandaki bu dostluğun ticaret ve ekonomiye dönüşmesini isteriz."
Troçki, o gün Rusya'nın iç durumunu
da şöyle anlattı:
" — Beni bazıları Sovyet karşıtı zannederler. Tersine, ben
Rusya'daki hükümetin dostuyum. Yalnız şiddet ve baskıyla değil hukuk yollarıyla
hükümetin iç ve dış politikasını değiştirmek istiyoruz. Biz bir parti değiliz,
parti içinde azınlığız. Aramızdaki çekişme Lenin'in ölüm gününden başlıyor. Bu
kişisl değil, fikir ve düşünce çatışmasıdır."
Troçki'nin Tokatlıyan'daki otel
yaşamı da kısa sürdü, İngiliz - Amerikan gazetelerine yazdığı makalelerden çok
para kazanmıştı. Daha güvenli ve rahat bir eve çıkabilirdi, önce Şişli Bomonti'de
İzzet Paşa'nın konağına taşındı.
Odaları bol ve genişti ama
güvenlik yönünden sakıncaları vardı, Emniyet'in de uyarısıyla yeni bir yer
aranmaya başlandı.
Sonuçta Büyükada Nizam Caddesi'nde
Seferoğlu Yalısı bulundu. Polis, Büyükada'ya gelip gidenleri kolaylıkla
denetleyebilir ve büyük bahçeli evde istediği gibi koruma önlemleri alabilirdi.
Troçki, burada tam bir çalışma
yaşamına girdi. Dışardan getirttiği Troçkist sekreterlerine durmadan yazılar,
dikte ettiriyordu. Bu yazılar Fransa ve Almanya'da "Bulletin Oppozitsii-
Karşıt Bültenler" adıyla yayımlanıyordu. Rus halkının bundan haberi olmuyordu
ama Komünist Partisi'nin önde gelenleri arasında sürekli bir tartışma konusuydu
yazdıkları...
Troçki, bir de tekne almıştı. Boş
zamanlarını balık tutarak değerlendiriyordu. Seferoğlu Yalısı'nda bir gece
yangın çıktı. Troçki, bunu önce suikast zannetmişti. Ancak Bayan Troçki'nin
unutkanlığının yangına neden olduğu anlaşıldı. Ancak, Stalin'in yayımlanmasını
istemediği belgeler, fotoğraflar ve fotokopilerin büyük bir bölümünü kapsayan
bir koleksiyon kül olmuştu.
Troçki, Seferoğlu Yalısı'ndan
neredeyse hiç dışarı çıkmıyordu. Bir kez Ayasofya'yı gezdi. Bir kez de, 1932
yılında, Danimarka Sosyal Demokrat Öğrenciler Birliği'nin çağrılısı olarak
konferans vermek için Kopenhag'a gitti. Bu gezisini, vatansızlara verilen Türk
pasaportuyla yaptı. Ancak pasaportunda, "Türk sınırları dışında başına geleceklerden
Türkiye Cumhuriyeti sorumlu değildir" kaydı vardı. Çünkü Sovyet hükümeti,
Troçki'yi vatandaşlıktan çıkartmıştı.
Bu sırada İstanbul'daki Rus Konsolosu,
Vali'den Troçki'nin artık Rus vatandaşı olmadığı gerekçesiyle "gösterilen
ilginin kaldırılmasını" istemişti. Ancak İçişleri Bakanlığı bu öneriyi,
reddediyor ve Türk topraklarından çıkıncaya kadar güvenlik önlemlerini
kaldırmayacağını bildiriyordu.
Başbakan İnönü’nün Rusya'ya gidişi
ve Türk - Sovyet ilişkilerindeki yeni aşamalar, Troçki'yi iyice kuşkulandırmıştı.
Stalin'in Türkiye'ye yeni baskı girişimlerinde bulunacağını ve buna Türklerin
boyun eğeceğini sanıyordu. Bu yüzden Fransa'dan vize istedi. Daladier hükümeti
bu kez isteği kabul etti ama, bir ay sonra O'nu sınır dışına çıkardı. Norveç'e
geçti. Barınamadı. Sonunda Meksika'ya sığındı: Stalinciler tarafından amansızca
izleniyordu.
Son 1940'ın 20 ağustosundaydı. O
gün Stalinci bir komünist olan İspanyol asıllı Ramon Mercarden tarafından
başına balta vurularak öldürüldü. 62 yaşındaydı.
BİR AÇIKLAMA
ONİKİ ADAYI NEDEN NASIL ALAMADIK?
1946 yılında Dışişleri Bakanlığı Genel
Sekreteri'ne şu talimat verilmişti: «İkinci Dünya Savaşı dışında kalmış
olmaklığınız dolayısıyla savaşın ganimetlerinden pay almak hakkınız yoktur.
İtalya ile yapılacak barış konferansına davet edilmek için başvuruda
bulunulmayacaktır»
Feridun Cemal Ergin - Eski Dışişleri bakanı
12 adanın Yunanistan'a verilmesi
konusunu memleketimizde politikacılar ve yazarlar şu veya bu hükümeti, partiyi,
hatta şahsı sorumlu tutan, fakat gerçekle hiçbir ilgisi olmayan şekillerde
anlatmaya çalışmaktadırlar. Hatta bunların arasında bir kişi bile, 12 adarım
Yunanlılara verildiği 1946'da Paris'de İtalyan Barış Konferansı'nda İngilizler taralından
güya katılmamız davetini cevapsız bırakarak adaların elimizden gitmesine, benim
Dışişleri Genel Sekreteri sıfatiyle sebep olduğumu iddia edecek kadar hayal
kudretine güç vermeyi uygun bulmuştur. Bu hususta, gerçek zamanında vuzuha
kavuşacaktır.
Oniki adayı, 1911'de Türklere
Trablusgarp'da mağlûp olan İtalyanların, diğer büyük devletlerin de yardımı sayesinde
ne suretle bizden zorla aldıkları bilinen bir gerçekti. Ben İkinci Dünya
Savaşı'ndan itibaren olayların içinde yaşamış ve hatta rol almış bir şahit sıfatiyle
o zamandan beri konudaki gelişmeleri tekrarlamakta yarar görmekteyim.
Stalin'in
önerisi
İlk ilginç safha, 1940 yılının
kasım ayında vukubulmuştur.. O tarihte, Berlin'de, güya Türkiye zararına
imzalanmış bir İngiltere - Rusya anlaşmasından söz eden haberler
yayınlanmıştı. Londra bu haberi derhal yalanladı.
Sovyetler ise, Türk politikasının
değerlendirilmesinde, hatta İngiltere'den de daha sıcak bir gösteride
bulundular. Tam o sıralarda Sovyetler'in Ankara Büyükelçisi Vinogradov,
Dışişleri Bakanımız tarafından kabulünde şu sözleri söylemişti:
"Ankara'nın dürüst
tutumundan çok memnun olan Sovyet hükümeti, Stalin'in ağzı ile" savaştan
sonra Türkiye'ye 12 adayı ve Ruscuk'a kadar Bulgar topraklarım vermek
suretiyle bu ülkeyi izlediği tarafsızlık politikasından dolayı ödüllendirmek
gerektiği "hakkında Eden'e öneride bulunmuştur."
Bu konuda Dışişleri Bakanımız
tarafından sorulan bir soruya, ingiltere Büyükelçisi, Sir
Knatchbull-Hugessen, Vinogradov tarafından söylenen sözlerin aynen Stalin'in
ifadelerini yansıttığını belirtmiştir.
Aradan yıllar geçiyor. Savaş
artık Almanlar için ters bir döneme girmiştir. 1944 yılında, Almanlar daha önce
işgal etmiş oldukları oniki adayı terketme zorunluluğunu duymuş ve hükümetimiz
bu davete uyma arzusunu İngilizlere duyurunca şu cevapla karşılaşmıştır:
"Hayır! Adaları işgal etmenize katiyen razı değiliz. Biz savaş içindeyiz,
siz ise dışındasınız. Adalar savaş gerekleri dolayısiyle bize lazımdır.
Oraları biz işgal edeceğiz."
1946 yılında Paris'te toplanan
müttefikler, İtalya ile barış antlaşmasını müzakereye başlamışlardır.
Dışişleri Bakanlığı Genel Sekreteri Feridun Cemal Erkin, hükümete müracaatla
konferansın oniki ada kaderini de müzakere , etmesi dolayısiyle, görüşmelere
katılmak için teşebbüse geçip geçmemek hususunda talimat istemişti. Hükümet,
cumhurbaşkanının başkanlığı altında toplanmış ve genel sekretere şu talimatı
vermiştir: "İkinci Dünya Savaşı dışında kalmış olmaklığımız dolayısıyla,
savaşın ganimetlerinden pay almak hakkımız yoktur. Konferansa davet edilmek için
müracaat yapılmayacaktır."
Bu kesin emir genel sekreterin
elini ayağını bağlamış, fakat bir Türk vatandaşı olarak vicdanının sesini
susturamamıştır. Şurasını açıklıkla belirteyim ki, bir bakanın iddiasının
tersine İngiltere büyükelçisi tarafından bana konferansa Türkiye'nin davet
edildiğine, dair hiçbir teşebbüs vuku bulmamıştır.. Kaldı ki, uluslararası bir
barış konferansına davet edilme yöntemi de bu değildir.
Genel sekreter giriştiği vicdan
muhasebesinden sonra, resmî sıfatıyla yapamadığı müracaatı, bir Türk
vatandaşının duyguları olarak, ilgililere iletmeye karar vermiştir.
Amerika Büyükelçisi Edwin Wilson, İngiltere Büyükelçisi Sir David Kelly, görevleri icabı haftada iki, üç defa Feridun Cemal Erkin'i ziyaret etmektedirler. İşte bu ziyaretler sırasında' genel sekreter, seçkin muhatapları ile resmî sorunları görüştükten sonra, kendilerine ayrı ayrı şöyle bir hitapta bulunmuştur:
"Size şimdi genel sekreter değil, Türk vatandaşı Feridun Cemal Erkin olarak söz ediyorum. Konumu da, talimat gereği olarak değil, kendi kişisel arzumla açıyorum.
İtalya ile savaşmış olan müttefikler, bu ülke ile barış antlaşmasını müzakere vs imza etmek üzere Paris'te toplanmışlardır. Biz gerçi İtalya ile savaşa karışmamış olduğumuz için konferansa davet edilmedik. Ancak oniki adanın kaderi itibariyle, konferans ve kararlarıyla çok yakından ilgiliyiz. Oniki ada, Anadolu toprağının uzantılarıdır. Dörtyüz yıl süre ile Türk egemenliği altında yaşamışlardır. Binaları, camileri ve bütün görünüşleri ile Türk varlığının apaçık devamıdır. 1912 yılında İtalya bu adaları Türkiye'den zorla almıştır. İkinci Dünya Savaşından İtalya yenilgi ile çıktığına göre, 1912 soygun olayı da sona ermek gerektiğinden adaların Türkiye'ye verilmesi gerekir. Adalar bize o derece yakındır ki bazılarından horozların ötüşünü sahillerimizden işitmek bile mümkündür. Siz, Türkiye'nin Yunanistan ile dost geçinmesini istiyorsunuz. Biz de aynı arzu ve eğilimdeyiz. Nitekim, son savaş esnasında kendi lokmamızı keserek, gerek Yunanistan'a gıda yardımı göndermek, gerek işgalden kaçan Yunanlıları kabul edip barındırmak hususunda elimizden gelen bütün yardımı kendilerine göstermişizdir. Bundan sonra da onlarla iyi komşu, iyi dost olarak geçinmek istiyoruz. Yunanlılar bunun değerini biliyorlar mı? Hayır. Sadece Yunan basınını izlememiz, bize ne derece düşman olduklarını anlamamız için yeterlidir. Şimdi konferansta her bakımdan bize ait olan adaları göz göre göre Yunanistan'a verirseniz, Türk ulusunun bunu anlaması imkânsızdır. Diyeceksiniz ki, adaların nüfus çoğunluğu Rum'dur. Doğru! Çünkü İtalyanlar adaları işgal ettikleri zaman Türkleri, mallarını tasfiye edip ayrılmaya zorlamış ve bu yüzden Türk ahali yüzdesi çok düşmüştür. Şimdi yine Yunan gazetelerinde okuyoruz. Atina'da. Selanik'de papazların kışkırttığı halk kitleleri, sokaklarda gösteriler yapmakta, demeçler vermekte, şiirler okumakta vs oniki adanın Yunanistan'a bağlanmasını istemektedirler. Hatta iş bununla da kalmamakta, "Güzel, Yeşil İmroz, Aziz Bozcaada ne zaman sizleri yeniden kucağımıza alacağız?" diyerek bize ait olan adaları bile istemeye kalkışmaktadırlar. Sizden, bir Türk olarak, bütün yurttaşlarımın da katıldıklarına emin olduğum şu ricada bulunuyorum. Bir defa, İmroz ve Bozcaada yaygarasına son verilsin. Oniki adaya gelince, bunların da Anadolu'ya en yakınlarını Türkiye'ye geri vermek, uzak olanları ise Yunanistan'a bırakmak suretiyle, hiç değilse, âdalete az çok yaklaşan bir çözüm şekline varılsın."
Amerikan büyükelçisi çok emin dostumuz olmakla beraber, talimatı olmayan konularda ihtiyatlı bir sessizliğe bürünürdü. Bana hiç cevap vermedi. Konuşmamız da. bu suretle sona erdi...
İngilizlerin cevabı
İngiliz Büyükelçisi Sir David Keliy ise, konuşmam üzerine gözle görünür bir heyecan gösterdi. Konferans ve adalar hakkında hiçbir ilgisi olmamakla beraber, sözlerimi, düşüncelerimi yerinde bulmuş ve derhal özel bir mesaj hazırlayıp konferansta bulunan Dışişleri Bakanı Mr. Bevin'in şahsına göndereceğini vaad ederek nezdimden ayrılmıştı.
Ben de Başbakanlık'a giderek, giriştiğim teşebbüs hakkında Şükrü Saraçoğlu'na bilgi vermek istedim. Saraçoğlu, beni dinlerken gözleri yaşla doldu ve beni kucaklayarak taltif etti: Cumhurbaşkanının da, olayı duyarak, memnun olduğunu haber aldım. Aradan birkaç gün geçti. Nihayet Sir David, randevu isteyerek ziyaretime geldi ve Mr. Bevin'e gönderdiği özel mesaja gelen cevabı bana okudu. Hatırımda kaldığına göre, cevap şu mealde idi:
"Genel sekreterin, şahsı adına söylediği sözleri yansıtan mesajınızı dikkatle okudum. Evvelâ genel sekreterin şu hususu bilmesini isterim. Oniki ada, sadece, nüfus çoğunluğu esasına dayanılarak Amerika vs Sovyetler Birliği dışişleri bakanları arasında verilen mutabakat dolayısıyle, Yunanistan'a verilmektedir. Ben şimdi sizden aldığım bilgiler üzerine konuyu konferansta tekrar açabilirim. Fakat pusuda bekleyen Molotov'un derhal, fırsattan faydalanarak boğazlar sorununu yeniden masa üzerine getirmesinden endişe ederim. Sırf bu sebeple adalar sorununu tekrar açmakta sakınca gördüm ve konuyu başka bir açıdan konferansa götürmeyi tercih ettim. Adaların Anadolu toprağına yakınlığı, bir düşman elinde Türkiye'ye karşı saldırı için sıçrama noktası haline getirilmeleri, imkânım doğurabilir. Adaların askerlikten tamamiyle arınmaları kaydıyla Yunanistan'a verilmesini önerdim. Teklif
kabul olundu ve özel bir madde halinde antlaşmaya girdi. İmroz ve Bozcaada
konusuna gelince, Yunanistan Başbakanı Çaldaris'i nezdime davet ettim. Oniki
adayı almakla büyük bir kazanç elde ettiklerini bir daha İmroz ve Bozcaada
hakkındaki yaygaralara mahal verilmemesini kesinlikle istediğimi
söyledim."
Gerçekten, yaygaralar söndü,
fakat oniki ada da elimizden gitti. Aradan yıllar geçti. Ben Washington'da
büyükelçi iken, yanılmıyorsam 1952 yılında, bakanlıktan bir telgraf aldım.
1946 yılında İtalyan Barış Antlaşması ile ilgili olarak İngiltere büyükelçisi
ile yaptığım görüşmenin tutanağını dosyalarda bulamamışlar. Bu hususta hafızamı
yoklayarak bakanlığı aydınlatmam rica ediliyordu.
Bu hususta bir parantez açmak
gerekiyor. Ta Saraçoğlu zamanından beri büyükelçilerle görüşmeye yetkili olanlar,
her konu hakkında bir tutanak hazırlayıp bir nüshasını kendi kasalarında
saklarlar, birer nüshasını da cumhurbaşkanına, başbakana, bakana verirlerdi.
Bu tutanakların ileride harp tarihinin yazılarında değeri biçilmez kıymeti
vardı. Dosyalarda bulunması gereken belge nasıl olur da bulunamazdı. Bu da ayrı
bir mesele!
Ben istenilen bilgileri verdim.
Sonradan da şu hazin gerçeği öğrendim. NATO Bakan Yardımcıları Konseyi'nde
Yunan delegesi, her zamanki gibi, "sureti haktan görünerek" turizm ihtiyaçları
dolayısıyla Leros Adası'nda bir havaalanı kurmak istediklerini söylemiş.
Delegemizin düşüncesi sorulduğunda, barış antlaşmasının askerlikten arınma
hükmünden gafil bir eda ile, sakınca görmediği cevabını vermiş. Leros Adası,
İtalyanların elinde öteden beri askerî kuruluşlarla bezenmiş bir alandı.
Adaların Yunanlılar tarafından askerîleştirilmesinin başlangıcı işte bu gaflettir.
İş bununla da bitmemiştir.
Çiğnenen anlaşma
Şimdiye kadar yapılan izahlardan,
İtalyan Banş Antlaşması'nda oniki adayı Yunanistan'a bağışlayan hükmün; bu
adaların silahlanması şartına bağlı olduğu açıkça görülüyor. Yunanistan'ın bu
şarta riayet etmediğine ve ihlâl keyfiyetini açıkça kabullendiğine göre imzası
ile teyid ettiği bir taahhüdü çiğnemesinin müeyyidesi yok mudur? Biz, bu
soruyu, gerek Lozan, gerek İtalyan Barış antlaşmalarında Türkiye için hayati
bir güvence olarak öngörülen silahsızlanma hükmünü kendi imza ve şerefleriyle
perçinleyen müttefik devletlere soruyor ve cevaplarını bekliyoruz.
İngilizlerin Bevin tarafından
yapılan müdahale yolu ile oniki adanın kaderi safhasında ve son anda bize
gösterdikleri yardımdan dolayı, kendilerine teşekkür borçluyuz. Ancak bu
hizmetleri, Türkiye topraklarının ulusal egemenlikten koparılması konusunda
İngiliz dostlarımızla görülecek oldukça kabarık hesabımızı da bize
unutturmamaktadır.
1876-1878 Türk savaşının sonunda
Babıâli ile İngiltere hükümeti arasında imzalanan 4 haziran 1878 tarihli anlaşmada,
"Majeste Sultanın, Asya topraklarının geleceğini güvenlik altına almak
üzere" bir savunma ittifakı akdi kararlaştı. Bu güvence, özellikle Kars
ve Ardahan illerimizi savaş tazminatına karşılık olarak illerimizden koparan
Rusya'ya karşıydı ve teklif İngiltere tarafından gelmekte idi.
İttifaka göre, Rusya, ileride
Anadolu'nun yeni bir parçasını zapta kalkışacak olursa, İngiltere Türkiye'yi
silahla savunmayı ve korumayı üzerine alıyor. Türkiye de, İngiltere'nin bu
vaadine karşılık Kıbrıs Adası'nın işgal ve idaresini İngiltere'ye bırakıyordu.
Şu şartla ki, Rusya Kars ve Ardahan'ı Türkiye'ye geri verecek olursa, Kıbrıs
İngiltere tarafından boşaltılarak, Türkiye'ye iade edilecek ve 4 haziran 1878
anlaşması hükümden düşecekti. 1914'
de İngiltere, Türkiyeye harp ilân edince, Kıbrıs'ı tek taraflı bir karar ile
ilhak etti. 24 temmuz 1923 tarihli Lozan Banş Antlaşması'nın 20'nci maddesi ile
Türkiye'de, "Britanya hükümeti tarafından Kıbrıs'ın 5 kasım 1814
tarihinde ilân olunan ilhakı"nı tanımış oldu.
Türkiye, sekiz yıl süren savaş
esnasında harap olmuş, imparatorluğun yarıdan fazlası elden çıkmış.
Anadolu'nun batısı Yunanlı müstevliler tarafından yakılıp yıkılmış bir halde,
Lozan'da haklarını korumak için müttefiklerle çetin bir savaş verirken 1914
olup bittisinin tarafımızdan kerhen bile kabulü, gerçi, Kıbrıs'ın İngiltere
tarafından ilhakını hukuken tasdik manasına gelir. Fakat fedakârlığımızın karşılığı
ne idi? Buna, eski hukuk kitaplarında "gabni fahiş" yani kaba tabiri
ile, kazık denirdi. Özellikle ki, savaş sonuna doğru Kars, Ardahan, Rusya tarafından
Türkiye'ye geri verilmiş ve Sovyetler Birliği, Türkiye ile iyi komşuluk temeline
dayalı yakın ilişkiler kurmuş bulunuyordu. Bu durumda İngiltere'ye Kıbrıs'ı Türkiye'ye
iade etmek manevî görevi düşerdi. Aksi takdirde 1878'de Rusya'nın Kars ve
Ardahan'ı alması ne mahiyette sayılırsa, 1914 ve 1923'de Kıbrıs'ın kendi kararı
ile ve karşılıksız ilhakı da tamamiyle aynı mahiyeti taşıyordu.
... Ve sonuç
Oniki adanın, Rum çoğunluğu esası
üzerinden Yunanistan'a verildiği anlaşılıyor. Lozan'da, ahalisinin ezici çoğunluğu
Türk olan Batı Trakya'mız, sırf Yunanistan'ın Venizelos tarafından ısrarla
ileri sürülen askeri ve stratejik ihtiyaçları dolayısıyla bütün çabalarımıza
rağmen, Yunanistan'a bırakılmıştır. Unutmayalım ki, Türk - Yunan savaşından
Yunanistan perişanlık derecesinde mağlup bir halde çıkmıştı. Dünya tarihî bu
suretle galip devletin yendiği, devlete toprak ödülü vermesine tanık olmuştur.
Çünkü müttefikler nazarında, mağlûp devlet kendilerine aziz olan Yunanistan
idi. O tarihte Yunan Tarım Bakanı olan Bakkalbaşı, yazdığı kitapta
belirttiğine göre, Batı Trakya, Yunanlılar tarafından işgal edilir edilmez o
bölgeye 60.000 Rum iskân edilmiştir. Şimdi, yani yarım yüzyıl sonra, Batı
Trakya'da bıraktığımız yetim ırktaşlarımızın perişan hali Türk ulusunca
bilinen bir faciadır. Bu çapraşık yollar bilinmekte iken, 1912'de İtalya'nın
baskısı ve zoru ile Türkiye'ye göç etmeye zorlanmış Türklerin ayrılması
yüzünden adaların ırkı simasının tersine dönmüş olması keyfiyeti bile
Paris'teki müttefikler tarafından ırkî hesabın düzenlenmesinde itibara değer
bir unsur sayılmamıştır. Lozan'da Venizelos'un Yunanistan için Garbı
Trakya'da ileri sürdüğü askerî ve straterjik ihtiyaçlar, 12 adada, Türkiye
için, daha büyük ve tehlikeli ölçüde mevcut olduğu halde hiç hesaba
katılmamıştır. Askersizleştirme koşulunun ayaklar altında çiğnenmesi yüzünden
Türkiye bugün güvenliği bakımından büsbütün üzücü bir duruma gelmiştir.
===========================================
B İ L G İ L E N M E K H E R K E S İ N H A K K I D I R
http://groups.google.com/group/merakediyorum
E-posta : merakediyorum@googlegroups.com
===========================================
B İ L G İ L E N M E K H E R K E S İ N H A K K I D I R
http://groups.google.com/group/merakediyorum
E-posta : merakediyorum@googlegroups.com
===========================================
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder